30 Aralık 2008 Salı

Datça'da Kış Senfonisi


Yaz aylarının insana huzur veren, sıcacık, mutluluk saçan, sevgilisi Datça, Aralık ayında kaprisli, ruh hali sürekli değişiklik gösteren, sağı solu belli olmayan bir sevgili gibiydi.

İlk günlerimizde bizi sıcacık güneşi ile karşıladı. Yılın son ayında, akşam yemeğini açık havada yeme şansına sahipken, keyfimize diyecek yoktu. Ancak sonra ruh hali birden değişti. Bir yanımızda antik zamanların muhteşem kenti Knidos, diğer yanımızda güneşin altında şıkır şıkır oynaşan bir Akdeniz beraberliğinde geçirdiğimiz uzun saatlerden sonra, yaz sonu onu terk ettiğimiz aklına gelmiş olmalı ki, birden kızıp esip köpürmeye başladı.

Sevgilinin hiç ara vermeksizin birbirini takip eden yağmur ve fırtına halleri bizi resmen eve hapsetti. Uzun kitap okuma yada kağıt oynama seansları arasında zaman zaman cesur yürek misali dışarı çıktığımızdaki görüntümüz ise kutuplarda çekilen belgesellerdeki gibi kat kat giyinip kuşanmış, rüzgarda zorla ilerlemeye çalışan insanlardan hiç farklı değildi.


Kış olmasına karşın etraf yine yeşildi, begomviller yazı aratmıyordu. Zeytinler çoktan yağa dönüşmüş, bademler uykuya yatmıştı ama bahçedeki limonlar senfoni’nin allegro bölümünü çalıyorlardı.

24 Aralık 2008 Çarşamba

19 Aralık 2008 Cuma

2. Truva Savaşı....

Bir süredir yine yazamadım. Bilgisayarın başına oturamadım diyemeyeceğim çünkü, bayram tatili süreci hariç neredeyse sürekli bilgisayar başında kanlı bir savaş verdim.
Geçtiğimiz ayın son günleri farkettim ki, bilgisayarıma bir truva atı girmiş, ama bu içinden Brad Pitt çıkan cinsi değil, etrafta binlercesi olan bir virüs.. Önce büyük bir güvenle bende karşı saldırılarımı başlattım, hatta öldürdüğümü zannederek büyük bir huzurla tatile bile çıktım ama dönüşte bir baktım ki, öldürmek ne kelime, sanki üremiş, bir de eşe dosta saldırmaya başlamış.



Hemen silahlarımı kuşanarak bende yeni bir topyekün saldırı başlattım, etrafta ne kadar anti virüs programı varsa, hepsi ile tanışık oldum ama ne demişler tarih tekerrürden ibarettir. Akha'lıların Truva'yı ele geçirmeleri misali bende sonunda pes ettim ve sevgili Truva'mı yeniden formatlaması için bilgisayarcıya vermek zorunda kaldım.. Şimdi beni adım başı uyaran yepyeni koruma programları ile bambaşka bir diyardayım..
Fotoğraf yaz sonu çıktığımız benimde sonrasında oturup bir türlü yazamadığım Truva gezisinden. Olimpos'taki tanrıların gazabına uğradım galiba...
Bu arada bayramda Datça'daydık. Gezi notları yakında burada, sonrasında da Meksika'ya gidiyoruz haberiniz olsun..

28 Kasım 2008 Cuma

Türk Turistler


Başka coğrafyalara yol almadan önce bu haftada biraz dedikodu yapalım mı??? Geçen yazımda Ürdün’lü hanımların İstanbul macerasından bahsetmiştim. Bu sefer ise Türk hanımların ve beylerin Uzakdoğu macerası olsun konumuz.

Farzedinki uzun yıllardır Uzakdoğu’da yaşayan bir Türk’sünüz. Memleket buram buram burnunuzda tütüyor. Ah şöyle Türkiye’den bir iki kişiyi bulsamda Türkçe konuşsam, dilimin kulağımın pası biraz azalsa, memleket haberleri alsam diye düşününce ne yaparsınız?? Etrafta turist grupları varsa , tipini benzettiklerinize gidip tek tek Türk’müsünüz diye soracak haliniz yok ya....

İşte bu durumda mavilimon yine değerli bir hizmet sunarak size yardımcı olur.

İlk iş olarak turistlerce sık ziyaret edilen bir tapınağın giriş kapısına yakın bir yere rahatça konuşlanıp, ısrarla gelen gidenlerin ayaklarına bakmaya başlayın. Uzakdoğu’da tapınaklara girerken mutlaka ayakkabı çıkartılır, hatta pek çok ülkede çorapta istemezler yalın ayak girmeniz zorunludur. Bu nedenden dolayı kimileri ısrarlı bakışlarınızı ayak fetişizmine yorabilir ama boşverin gitsin.

İşte tüm giren çıkan ayak kalabalığı içinde birdenbire gözünüze mavi galoşlar ilişirse, hiç çekinmeden rahatça gidin ayakların sahibi ile ‘ Ooooo selamünaleyküm, hoşgelmişsiniz..’ diye muhabbete başlayabilirsiniz.


101 çeşit milletin evladı, hiç çekinmeen gocunmadan, yalın ayak başı kabak tapınakları tavaf etmekte bir sorun görmezde, biz neden illaki galoş giyer, yada daha önceden bunu bilmiyorsak bu fikri en parlaklar arasına koyarız, işte yıllardır yanıtlarını bulamadığım sorulardır bunlar.

Genelde söylenen yerlerin temiz olmadığıdır ama sanki bizde sokakları, caddeleri, hatta kapı önleri bal dök yala cinsi bir ulusun evlatlarıyızdırda. Yazın sahilde, havuz kenarında rahat rahat yalın ayak dolaşırız da, iş Uzakdoğu’ya geldi mi, birden hijyen uzmanı kesiliriz. Ama ne yapalım biz işte böyleyiz.

Bu arada galoş üreticileride, ufuklarını genişletip, mavi dışında başka renkler üretirlerse, hiç olmazsa kıyafetimizin rengine uygun olanı giyer, yedi düvele her koşul altında ne kadar şık olabilmeyi başaran bir ulusun evlatları olduğumuzu gösteririz.

21 Kasım 2008 Cuma

Gümüş'lü İstanbul....


Geçtiğimiz günlerde Ürdün'den gelen üç hanım misafirimiz var. Uzun bir hafta sonu tatili için İstanbul'dalar. Dünyanın hayran kaldığı Bizans'ın, Osmanlı'nın güzelliklerini görmeleri için keyifli bir program öneriyoruz kendilerine. Ama hanımlar kendi programlarını yapmışlar; bol bol alışveriş ve haftasonunun olmazsa olmaz tek programı Abut Efendi Yalısına ziyaret.

Benim gibi bilmeyenler varsa hemen söyleyeyim. Efendim bu yalı, Arap ülkelerinde fırtınalar estiren, El Ezher Üniversitesinin çiftler arasında duygusal şizofreni zehrini yaydığı (???) gerekçesi ile yasaklanması için fetva verdiği Gümüş dizisinin çekildiği yermiş.





19.Yüzyılın ortasında Neo Klasik tarzda Abdülmecit devri ticaret ve devlet adamlarından Necip Bey tarafından mimar Karabet Amira Balyan'a inşa ettirilen yalı Kandilli Göksu caddesinde. Hani insanların şanslısı olduğu gibi hayvanlarında şanslısı vardır derler ya, bence birde yalıların şanslısı var.



Öncelikle gazete haberlerine göre diziyi çeken şirket, yalı sahiplerine bölüm başına 25.000 YTL ödüyormuş ama asıl gelir Kıvanç Tatlıtuğ hayranı Arap Hanımlardan.. İstatistiklere göre geçen yıl, sadece Suudi Arabistan'dan gelen turist sayısı 30 bin'den 100 bin'e çıkmış. Ve bu turistlerinde İstanbul'da olmazsa olmaz noktaları, bizim Ürdün'lü hanımlar gibi Abut Efendi Yalısı.. Bu yalı ziyaretinin faturası ise... sıkı durun..... kişi başı 50 dolar.


Ve işte mavilimon'da acar bir muhabiri sayesinde bu özel vede güzel hizmeti siz okuyucularına getirmekten kıvanç duyar. Ancak bütçe yetersizlikleri nedeniyle muhabirimiz içeriye giremeyip, sadece bahçeden fotoğraflar almakla yetinmek durumunda kalmıştır.




Bizim Ürdün'lü hanımlara gelince, sonradan bana anlatıldığına göre Topkapı ve Ayasofya'yı rekor bir süre olan 25 dakikada gezdikten sonra, 270 m2 lik yalıda huşu içinde bir saat geçirmişler. Çıktıklarında ise çocuklar gibi şen imişler.


Bu arada bu vesile ile Sayın Unakıtan bey'in de kulaklarını çınlatırım. Bizim hanımlara bu ziyaretleri sonunda herhangi bir fiş yada fatura verilmemiş. Bu arada dizi yapımcılarına duyurulur. Bizim ev küçüktür müçüktür ama karizması vardır ve Arap ülkelerinde El Ezher hocalarını kızdırma potansiyeli olan bir diziye cüzi bir ücret karşılığında kiralanır...



2.fotoğraf http://www.denizce.com/ adreslerinden alınmıştır.

15 Kasım 2008 Cumartesi

Suzhou

Çin’deki son durağımız Şanghay’dan yaklaşık 2 saat uzaklıktaki Suzhou.

Suzhou, yapımına MÖ 586 yılında başlanan ve zaman içinde uzunluğu 1770 km’ye ulaşan Çin’in ünlü antik Büyük Kanal’ının üzerindeki en eski şehirlerden biri. Yüzyıllar boyunca ticaretin merkezi olan şehir, bugünde bu özelliğinden bir şey kaybetmemiş gibi. Şanghay – Suzhou yolu boyunca dünya ticaretinin dev isimlerinin yatırımlarını görmek olası.

Marco Polo’nun 13.yüzyılda ziyaret ettiği ve çok görkemli ve asil bir şehir diye niteleyerek, kanallarının üzerinde 1600 taş köprüsü olduğunu söylediği şehir, belliki bir zamanlar çok hoş bir şehirmiş ve kanallarından ve onların kıyısında oluşan yaşamdan dolayı Doğu’nun Venedik’i olarak adlandırılırmış. Şimdi ise Çin’deki büyük yıkımdan o da payına düşeni fazlasıyla almış.

Büyük Kanal’da çıktığımız bir tekne turunda bu yıkımı yakından görme şansımız oluyor. Kanal’ın iki yanıda tamamen bir şantiye görünümünde. Etraftaki evleri yıkıp, yerine ısmarlama çiçekler ve ağaçlar dikip, park yapmakla meşguller. Daha önceleri teknelerle, daha küçük kanallara girip, evlerin arasında gezmek mümkün oluyormuş ama bizim Suzhou’da olduğumuz günlerde izin vermiyorlardı. Bu küçük kanallar, suyun hareketsizliğinden dolayı çok kötü kokmasına rağmen, günlük hayatın yakından gözlemlenebildiği hoş yerlermiş. Çin’liler herhalde oralarada bir iyilik düşünüyor olacaklar ki tekneleri yasaklamışlar.

Suzhou tarih boyunca bahçeleri ve ipek üretimi ile ünlü olmuş. Ming Hanedanı döneminde burada 271 adet bahçe varken, bu sayı şu anda 42. Bu ülkede bu sayının korunabilmesi mucize gibi....

Çin bahçelerinin en önemli, ancak benim estetik zevkime uymayan özelliklerinden biride, değişik şekil ve biçimlerde kayaları bu bahçelerde sergilemeleri. Bana mercan kayalarını hatırlatan, denizin yada rüzgarın etkisiyle aşınmış kayalar bunlar. Burada iki bahçe gezdik. İlki oldukça küçük ama ismi – Balıkağları Ustasının Bahçesi – ve yer döşemesi mozaikleri ile çok güzel bir yer. İkincisi ise yaklaşık 3/5 i sularla kaplı, beş hektar üzerine kurulmuş Mütevazi Yöneticinin Bahçesi. Böyle görkemli bir bahçeyi ve içindeki evleri, pavyonları inşa ettirmek pek mütevaziliğe uymasada, adam kendini öyle görüyormuş işte ne yapacaksınız. Bu bahçelerin ve içinde yaşadıkları evlerin sahipleri genelde emekli olmuş yada gözden düşmüş eski imparatorluk yöneticileri olurmuş.

Bir Çin atasözü şöyle dermiş: ‘Gökte cennet vardır. Yeryüzünde Hangzhou ile Suzhou.’ Hangzhou’yu bilemem ama Suzhou eski zamanlarda parkları, bahçeleri, zarif pagodaları, ticaretin beraberinde getirdiği zengin ve refah hayat tarzı, bugünde örnekleri ipek atölyelerinde görülebilen, incecik ipeği işleyerek sanat eserleri ortaya çıkaran zarif kadınları ile görülesi bir şehirmiş. Bugün ise tüm bunları ufak ufak parçalar, kurtarılmış bölgeler halinde görebilmek mümkün, tabi beraberinde az biraz da zengin bir hayal gücü de gerekli.


Şehirdeki Kuzey Pagoda’sının üst katlarından işte bu gözlerle Suzhou’ya bakıyorum. Tek görebildiğim hızla yenilenen bir şehir oluyor. Eski’nin izlerine ise ancak ısrarlı gözler ulaşabiliyor.

Suzhou’nun bie diğer ünlü pagodasıda Yunyan yada Kaplan Tepesi Pagodası. 961 yılında inşa edilmeye başlanan yapı, aynı zamanda Çin’in Pizza Kulesi olarak adlandırılıyor. Pagoda yapıldığı günden beri yana doğru 2.32 metre yatmış durumda. Etrafındaki güzel bahçelerini süsleyen renk renk çiçek cümbüşünü görmek içinde mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer.
1. ve 5. fotoğraflar Wikipedia'dan

9 Kasım 2008 Pazar

Şanghay


20 milyonu aşan nüfusu ile Çin’in en büyük kenti olan Şanghay, kabına sığmayan, sürekli hareket eden, enerjisi kıpır kıpır bir şehir.

Ama şehrin enerjisini sindirmek için sokaklara dökülmeden önce ilk hedef Şanghay Müzesi. Ben müze ziyaretlerini severim, belki müzelerden daha da çok nedense müzelerin satış mağazalarını severim. Bütün o kitaplar, posterler, hediyelik eşyalar arasında mutlu bir şekilde uzun dakikalar geçirebilirim.

Müze, Şanghay’ın en büyük meydanlarından biri olan Renmin’de. 1996 yılında yapılan dört katlı modern müze binasında, Çin tarihinin en nadide eserleri, son derece iyi bir düzenleme ile sergileniyor. Bu tarz modern müzeleri gezdikçe, koskoca İstanbul’da böylesi bir müzemiz olmadığı için hep üzülürüm.

Müzenin satış dükkanı ise tek kelime ile muhteşem. Hiç abartısız neredeyse bir saatten fazla zaman geçiriyorum orada. Eğer bir gün yolunuz Şanghay’a düşerse, benden tavsiye, sokaklarda çer çöpe bir dolu para vermektense, hediyelik eşya ve kitap alışverişinizi buradan yapın. Satılanlar kaliteli, farklı ve en önemlisi uygun fiyatlı.

Müzeden sonra hedef kalabalıklara karışmak...Bunun içinde en güzel yer sadece yayalara açık olan, büyük alışveriş merkezleri ve otellerin bulunduğu Nanjing caddesi. Işıltılı, büyük dükkanlarda satılan malların fiyatları, dünyanın diğer köşelerindeki hemcinslerinden hiç farklı değil. Anlayacağınız sadece bakmalık...

Nanjing caddesinin bir ucu Bund olarak adlandırılan rıhtıma çıkıyor. Şanghay 1930’larda Uzakdoğu’nun Paris’i ve aynı zamanda da finans merkezi. Bu dönemin simgeleri olan kolonyal binalar Bund’da yanyana sıralanmış. Dünyadaki en zengin art deco bina koleksiyonunun burada olduğu söyleniyor. Eski şehre sırtınızı verdiğinizde ise nehrin karşısında yeni Şanghay’ın Pudong bölgesi ve şehrin sembolü Pearl Tower’ı –inci kule- tek bir fotoğraf karesinde görebilmek olası.


Bund’un bir ucundaki Huangpu Parkının Şanghay’ın sömürge geçmişini yansıtan bir hikayesi var. Bu parkın kapısında ‘ Çin’liler ve köpekler giremez’ yazılı bir tabela konmuş bir zamanlar.


Şehrin sömürgeci geçmişinin bir başka yüzüde, küçük kızların satıldığı, sokaklarından her sabah yüzlerce ölünün süpürüldüğü bir batakhane olması. Bu dönemin kuvvetli mafya aileleri komünizmin gelmesi ile Tayvan ve Hong Kong’a kaçmışlar.

Şanghay 1992’de Deng Ziao Ping’in kararı ile yabancı yatırımcılara açılır. Bu açılma ile Şanghay büyük bir şantiye alanına dönmüş ve bu durum halen devam ediyor. Söylendiğine göre Hong Kong’da 30-35 yıl içinde yapılan bina m2 tutarına burada sadece üç yıl içinde ulaşılmış. Sonuçlar düşünüldüğünde hiçte hoş bir rekor olmamış.

Çin’de tarihi dokuyu koruyamama, ya da yok etme sosyalist dönemde başlıyor. Yeni bir halk yaratma uğrunda, eskinin izleri silinmeye çalışılıyor. Bu dönemde sivil mimari yok edilmeye başlanıyor. Dolayısıyla, yukarı doğru kıvrılmış o güzelim uçan çatılarada artık çok az rastlanıyor.

Birde tabi bu hızlı şehirleşmenin, onun hızına uyamayan insan yönü var. Çin’de bunu simgeleyen en çarpıcı şey ise sanırım dışarıya çamaşır asmak. İnsanların yaşaması için, son derece modern ve lüks görünümlü gökdelenler inşa etmişler ama 30. katta yaşayan adam bile balkonuna yada penceresine bir aparat ekleyip, donlarını dışarıda kurutmayı başarıyor. Çin sanırım benim aklımda her köşeden yükselen gökdelenleri ve onların balkonlarından, camlarından asılan çamaşırlarıyla kalacak.

Şanghay’da eski Çin adına ise küçücük bir mahalle bırakılmış. Tamamen turistik amaçlarla korunmuş bu mahalle, hediyelik eşya satan dükkanlar ve lokantalarla dolu. Gelen yerli yabancı bu kadar turist içinde o kadar küçük ve dar sokaklardan oluşan bir alan ki, bırakın keyif alıp eskiyi yaşamayı, kimi yerlerde kalabalıktan yürümek bile mümkün değil.

Eski şehrin turist dolu sokaklarında nefes alabileceğiniz tek yer ise Yuyuan bahçeleri. 1559 yılında Ming tarzında düzenlenen bahçeler içindeki gölü, taş elderha heykelleri, köprüleri, çay evleri, havuzları ve yemyeşil bitki örtüsü ile bu 21.yüzyılın şehrine çok uzak zamanların soluklarını getirir gibi.

Şanghay’da ziyeret ettiğim yerlerden biride Yeşim Buda Tapınağı. 1890 yılında Burma’dan getirilen iki Buda heykelinin bulunduğu tapınakta benim için ilginç olan yine Çin’lilerin ticaret genlerinin ulaşabileceği son noktaları incelemekti. Şimdi bir camide olduğunuzu hayal edin, mihraba doğru dönmüş namazınızı kılıyorsunuz, bu arada siz ibadetinize devam ederken mihrabın sağ ve sol tarafında kalan duvar kenarlarına kurulmuş tezgahlarda ise alışveriş tüm hızı ile devam etmekte. İşte tapınaktaki durumda tamı tamamına böyleydi. Çin’liler inanılmaz değil mi???
Fotoğraflar: 1-2 ve 8 Wikipedia'dan. 4. fotoğraf Topkapı Sarayı Fotoğraf Arşivleri Sergisinden - 1880-1890 yıllarında Şanghay

4 Kasım 2008 Salı

Guangzhou _ Kanton


Çin’in güneyinde Pearl (inci) Nehrinin kıyısında yer alan Guangzhou, yada bizim için söylenmesi daha kolay olan şekliyle Kanton’da sabahın erken saatlerinde uyanır uyanmaz aklımda tek bir hedef vardı. Otelin karşı taraflarında yer aldığını duyduğum egzotik yiyecekler satan pazar.

Pazar manzaralarına leğenlerde canlı akrepleri, yemek çubukları ile boylarına göre ayıran kadınlarla başlıyorum. Sonrada bizdeki tavukçu yada kasap dükkanları misali yanyana dizili canlı kamlumbağa satan dükkanların önünde turluyorum. Burada canlı kedi, köpek ve yılanda satılıyormuş ama ben sadece kurutulmuş yılan desteleri gördüm. Tıpkı uzun çubukları deste yaparmış gibi iple bağlayıp bir köşeye dizmişlerdi hepsini. Tezgahlarda ne olduğunu anlamadığım bir dolu şey var, anladıklarım ise kurutulmuş deniz yıldızları, çeşitli hayvan kemikleri, ama o kadar. Kanton mutfağı, Çin’in bölgesel mutfakları arasında en önemlilerden ve lezzetlilerinden biri kabul ediliyor, ama burada gördüklerimden sonra akşam yemeğine makarnaya talim etmek çok daha mantıklı geliyor. Yeni deneyimlere açığımdır ama herkesinde bir takım kırmızı çizgileri vardır değil mi???


Özellikle Kanton mutfağı için değil ama Çin mutfağının gelişimi ve biçimlenmesinde, tarih boyunca halkın geçirdiği büyük kıtlık dönemlerinin etkilerinin büyük olduğunu duymuştum. İnsanların aç kalmamak için, yiyebileceklerinin sınırlarının zorlandığı bir deneyim olduğu kesin. Kanton’un pazar yeri ise bu teorinin capcanlı bir kanıtı gibi...

Pazarın bulunduğu bölgedeki eski sokaklar daracık. İnsanlar ortak mutfağı ve banyosu olan 20-30 m2 lik evlerde oturuyorlarmış. Ama genede küçüçük balkonlarını, ve daracık sokaklarını büyüklü küçüklü saksılara ektikleri çeşitli bitkilerle çeşitlendirmişler.

Şehrin bu bölgesi ile otelimizin bulunduğu bölgeyi, kalabalık 4-5 şeritli bir yol ayırıyor. Kolonyal dönem binaların bulunduğu karşı taraf, tamamen bambaşka bir dünya. 18.yüzyılda Çin’deki afyon savaşları başlayana kadar, Kanton dünyadaki en büyük ticaret limanlarından vede en büyük şehirlerden biriymiş. O dönem Çin’lilerin ancak izin alarak girebildikleri bu bölge, bakımlı kolonyal dönem binaları, geniş ve tertemiz yolları, yemyeşil parkları ile sizi anında bambaşka hayatlara sokuveriyor.

Tüm bu egzotik ve güzel şeylerin yanında Kanton’un çok ağır bir tarafıda var. Burası açık bir çocuk pazarı. Çin’li minik bebekleri ile dolaşan batılı anne babaların önce 1-2 tanesini görünce ne hoş diye düşünmüştüm başlarda, ama sonra burasının resmen bir pazar yeri olduğunu anlayınca içimde çok derin bir sızı ile kalakaldım. Kaldığımız White Swan Oteli, bu işin merkezi, bizden başka neredeyse kalan diğer tüm müşteriler bebeklerini alıp gitmek için bekleyen Amerika’lı çiftler. Buradaki kırsal bölgelere gidip, oralardaki yetimhanelerden çocukları seçiyorlar, sonrada işlemlerin tamamlanması için alıp Kanton’a getiriyorlarmış. Üç hafta kadar tutan bu süre zarfında da yeni bebekleri ile etrafta turistik gezilere çıkıyorlarmış.

Çin’de otonom bölgeler hariç, tek çocuk politikası, tüm sıkılığı ile devam ettiği için bırakılan çocukların %99’u kız oluyormuş. Erkeklerinse şu veya bu şekilde mutlaka doğuşten gelen bir kusurlarının olduğu söylendi. Bu işin faturasını öğrenmek için, o gün bir dolu insanla konuştum. Nedense herkes beni de evlat edinmeye gelenlerden biri zannetti ve ısrarla hiç bir şey söylemedi. Sonunda öğrendiğim rakam ise çok şaşırtıcı. Her şey dahil evlatlık işlemi 30-35 bin dolara çıkabiliyormuş, ama evlatlık sitelerinde ilan edilen resmi rakamlar bunun çok çok altında. Çin’de burası gibi başka bölgelerin olduğu düşünülürse, çocukların ihracat kalemleri arasında sayılan bir ürün olması lazım bu ülkede. Sırf ben bir günde otobüsler dolusu insan saydım. Amerikan verilerine göre 2001 yılında 4681 bebeğe vize verilirken 2005 yılında bu rakam 7906’ya ulaşmış.

Kanton’da tabiki ziyaret edilecek çeşitli turistik yerlerde mevcut. Şehir’de kaldığımız sürede, içinde 3000 kişilik bir tiyatro binası olan Sun Yat Sen anıtını, şehrin kuruluşu ile ilgili bir hikayeye konu olan Yuexiu parkındaki beş keçi heykelini, şu anda sadece 2 ağacı kalmış olan, Budistlere ait Altı Banyan Ağacı Tapınağı’nı ve içinde çok hoş sanat eserlerinin bulunduğu Chen ailesinin ataları için yaptırdığı tapınağı gezdik gezmesine ama o günden sonra Kanton benim aklımda sadece, çocukların satıldığı bir kent olarak kaldı.

Fotoğraf notları: Çin gezisi sırasında fotoğraf yerine video çekme sevdam şimdiye kadar malumunuz. Dolayısıyla kendi fotoğraflarım konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyorum. İmdadıma koşanlarsa fotoğraflarının yayınlanmasına izin veren , Flickr sakinleri ve öncelikle Wikipedia olmak üzere çeşitli siteler. Hepsine mavilimon'dan teşekkürler

İlk 3 fotoğraf Flickr Liiva.... 4 ve 5 Flickr Bushrat Steve..... 6 mavilimon... soldaki küçük 7 Evlatlık sitelerinde, adı ise Jade...8 Altı Banyan Ağacı Tapınağı Wikipedia'dan ve son Sun Yat Sen Anıtı mavilimon..

29 Ekim 2008 Çarşamba

Li Nehri kıyısında Guilin


Hayatımdaki en güzel yürüyüşlerden birini yaptım o gece Li nehrinin kıyısında. Xian’dan Guilin’e akşam saatlerine doğru sallantılı bir uçak yolculuğu sonrası ulaşmış, bizi karşılayan delice bir yağmur eşliğinde, ancak otele kapağı atabilmiştik.

Dışarıda yepyeni, gizemli, bilinmedik bir şehir dururken, o gece kaderde, dünyanın her köşesinde binlerce benzeri bulunan sıradan bir otel odasına tıkılıp kalmak, anlamadığım bir dilde konuşan TV kanalları arasında insanın ruhunu sıkan, ısrarlı bir zapping turu mecburi gibi görülüyordu.



Ancak sonra ne oldu bilmiyorum, yağmur tanrıları kısa bir mola vermeye karar verdiler. Camdan baktığımda, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur yerini ahmak ıslatan kıvamına bırakmıştı.

Gecenin karanlığına aldırmadan kendimi hemen otelden dışarı attım. Dışarısı sessizdi, ıslaktı, yağan incecik yağmur, tüm ışıkların üzerini bir tül perde gibi örterek, solgunlaştırıyordu. Bilmediğim bir şehirde, gecenin bir vakti bomboş sokaklarda dolanmak biraz korkutuyordu ama Li nehrinin cazibesi korkuma üstün geldi.

Nehir kenarı boyunca uzanan parkta hafif tempolu bir yürüyüşe başladım. Yalnız kaldığımız anlarda hep olduğu gibi, seyahatin başından beri aklımın kuytu köşelerine iteklediğim sorunlar koşar adım geri gelmeye başladılar. Çok uzaklardaki bir ülkenin, bilmediğim sokaklarında dolaşan bir sevdiğim vardı. O ülkeye gitmelimiydi, gitmemelimiydi....Sonra İstanbul vardı. Bir kaç ay önce işten ayrılmıştım, çalışmadan idare edebilirmiydim yoksa yeni bir işe mi başlamalıydı....Sonra dönünce evde bekleyen acil tadilat işleri vardı, hangi ustalar aranmalıydı, acaba çok pahalı tutarmıydı...

Sonra Li nehri artık dayanamadı ve bana seslendi. Madem kalktın buralara kadar geldin, dedi, şimdi sadece burada benimle ol...İşte o anda kafamın içindeki dur durak bilmez sesler sustu, ve sonradan farkettim ki, o kıyıda hayatımdaki en uzun meditasyon süreçlerinden birini yaşamışım. Artık gittikçe irileşmeye ve hızlanmaya başlayan yağmur damlaları ile adeta tek tek bütünleşerek yürüdüm. Bir süre sonra beni durduran tek şey birden bomboş ve genişçe bir köprüye ulaşmam oldu. Artık yağmur yine bardaktan boşanırcasına kıvamına dönmüştü, ben ise Li nehrinde saatlerce kulaç atmışcasına yorulmuş ve ıslanmıştım.

Sabah olunca yağıp yağmamaya bir türlü karar veremeyen bir hava altında tekne ile Li nehri turuna çıktık. Bir önceki gece benim yürüdüğüm parklardaki Tai Chi yapan yaşlıları ve sabah ışıkları altında tüm güzelliği ile ortaya çıkan Guilin şehrini yavaş yavaş geride bırakarak, Li nehri üzerinde yol almaya başladık.

768-824 yılları arasında yaşamış Çin’li ozan Han Yu’nun yazdığı gibi ‘’nehir ipekten yeşil bir kemer gibi, dağlar ise mavi yeşim saç tokası’ benzetmesine çok uygundu. Etrafında beslediği yemyeşil kıyıları ve neredeyse hepsinin ayrı bir hikayesi olan dağları ve tepeleri ile bana Vietnam’ı hatırlattı. Zaman zaman yağıp kapatan puslu bir hava ve sanki bir rüyadan çıkıp gelmişcesine görünen manzaralar eşliğinde, ağır ağır giden teknede huzurlu ve keyifli saatler geçirdik.

Ama her güzel şeyin sonu olduğu gibi, bu gezininde sonu geldi ve Çin’li kaptan ve yandaşları, o hep yazdığım tüccar genleri nedeni ile olsa gerek, bu huzur dolu saatlerin ardından bizi getirip kocaman bir pazar yerinin kenarına bıraktılar. Satıcıları aşıp otobüse ulaşabilmek inanın bana büyük beceriydi.

Guilin’in yağmuru bu güzel şehirden ayrılmamıza çok zor izin verdi. Önce bizi havaalanına götüren minibüs, yağmur bardaktan boşanırca terimini boşa çıkaran ve adeta dev kovalardan boşalırcasına yağmaya başlayınca olduğu yerde durdu. Dakikalarca bu gökten yağan su kütlesinin içinde, hiç bir şey görmemecesine hapsolduk. Havaalanında ise beklendiği üzere uçak kalkmıyordu.Bu üç saatlik gecikmeyi değerlendirmenin yolu ise elbette bulunurdu.

Şisesi 50 dolara satılan Çin’lilerin en ünlü içkisi Mai Toi’ ı duyduğumdan beri denemek istiyordum. Hemen orada beş kişilik bir kooperatif kurmak sadece bir kaç dakikayı aldı. Kooperatifin bütçesine, bir bardak ve iki paket fıstık ücretleride katılınca, sonrasında pirinçten yapılan bu sert ama çok lezzetli içkiyi, keyifli bir muhabbet eşliğinde, bitirmek hiçde zor olmadı.

Kanton’a giden uçağa binmek üzere olan yolcular arasında, şen kahkahaları ve bir hayli dönen başları ile kooperatif üyelerini ayırmak ise çok kolaydı..


Not: Biraz zor görünür olsada, ilk panoramik Guilin fotoğrafı Wikipedia'dan

28 Ekim 2008 Salı

Çok özlemişim...

Meğerse blogda yayınlarım diye her gün, öyle yada böyle bir kaç satır yazı yazmak, o da olmazsa hiç bir zaman karşılaşmamış olsak bile kimilerini neredeyse 40 yıllık arkadaşlarımmışcasına iyi tanıdığımı düşündüğüm ve çok sevdiğim blog komşularımı bazen sabah kahvesi, bazende akşam üzeri şarabı ile ziyaret etmeyi, hayatımın ne kadar önemli ve de keyifli bir ritüeli haline getirmişim de haberim yokmuş.


Pek çoğunuz öylesine güzel anlattınız ki hissettiklerinizi, hissettiklerimi....... başka söze çok da gerek yok diyorum. Olanlar konusunda kelimelerin bittiği yerdeyim. Bundan sonra başka bir yere taşınsam bile, blogger'da olma hakkımı da sonuna kadar savunmak niyetindeyim. Ama dedim ya, çok özlemişim... Hemen yeni yazılar yayınlamalı, bol bol da dostlarımı okumalıyım.

12 Ekim 2008 Pazar

Çin'in koruyucu aslanları...

İşte size Çin’den hayatın özünü anlatan iki fotoğraf...

Eski çağlarda sarayların, tapınakların yada imparator mezarlarının, şimdide nedense Çin lokantalarının önünde arzı endam eden Çin’in ünlü koruyucu aslan figürleri.

İlk fotoğraftaki dişi aslan. Kadın doğasına uygun olduğu üzere, önündeki yavrusu ile ilgileniyor.

İkinci fotoğraf ise erkeğinki. Peki onun eline ne vermişler? Oynasın diye bir top.


Her zaman sağda erkek, solda dişi olarak bulunan bu aslan çiftlerinin, mistik koruyucu güçleri olduğuna inanılıyor. Kadının pençesinin altındaki yavru hayatın dönüşümünü simgelerken, erkeğin önündeki top ise hayatın çiçeğini, yani yaşayan tüm canlıların birbiri ile bağlantısını simgelemekteymiş.

Hayatın dönüşümü tamamda, Fenerbahçe’nin maçı olduğu günler, bizim evde hayatın durmasının, hayatın çiçeği ile ne anlamı var bilemiyorum. Olsa olsa, erkek dünyasının birbiri ile mistik bağlantısını simgeliyordur.

Benim Çin’de en sevdiğim aslan ise galiba Xian’da bir parkta fotoğrafladığım. Kendisi bir çöp kutusu olurlar...

8 Ekim 2008 Çarşamba

İpek Yolunun Başında - Xian

Çin’i ziyaret ettiğim 2004 yılında Xian, Şanghay ve Beijing gibi büyük kentlere kıyasla daha bir Çin gibiydi. Beijing gibi saçma sapan bir yer olmamıştı ve yol boyunca uzanan şehir surları ve Çin tarzı kuleleri ile eski bir şehirde olduğunuzu daha ilk andan anlıyordunuz. Ancak Çin’lilerde var olan eskiyi yok edip, yeni binalar yapma hevesi ile şimdilerde ne durumdadır bilemiyorum.

Sabah erken saatlerde şehrin sokaklarına çıktığımızda, güne başlamak için yapılacak en iyi şey, yol boyunca uzanan parklarda Tai Chi yapanları ya da çeşitli oyunlar oynayanları seyretmek oluyor. Burada biraz daha genişce zamana sahip olup, Türkiye’deyken bir türlü o hareket akışına kapılmayı beceremediğim Tai Chi hareketlerinden bir kaçını, asıl ustalarından öğrenmek isterdim, ama kısıtlı zamanların gezgini olunca hep bir yerlere koşturmak lazım.

Xian’daki ilk durak tam şehir merkezinde yer alan Çan Kulesi. 1384 yılında Ming Hanedanlığı zamanında inşa edilen kule, şehrin sembolü.Hikayesi ise tam Çin’e yakışır cinsten.


Xian’da bir zamanlar çok fazla olan depremlerin nedenini, şehrin altında yaşayan bir ejderha olarak bulmuş, Xian’lı eski bilgeler. Bu ejderhayı hapsetmek içinde bulunduğu yerin tam üstüne bu kuleyi dikmişler ve dendiğine göre o tarihten sonra Xian’da bir daha deprem olmamış. Taksim’e cami isterdik istemezdik tartışmasına son verip, bizde onun yerine bir çan kulesimi diksek acaba. Bilmem kaç yıl içinde olacağına kesin gözüyle bakılan büyük İstanbul depremine karşı, elle tutulur bir önlem almış oluruz hiç olmazsa.

Şehrin bana göre en keyifli ve kesinlikle görülmesi gereken yeri ise Müslüman mahallesi. Yüzyıllar öncesinin meşhur ipek yolunun sonu bizim İstanbul’sa, bir zamanlarki başlangıç yeri ise Xian. Bu yoldan Xian’a pek çok mal ve insan yanında iki önemli inançta ulaşmış. Budizm ve İslam. İslam bu bölgede daha kalıcı olmuş.

Şu anda Xian’da bulunan 60.000 kadar müslümana hizmet veren dört cami içinde en büyüğü, Çin’deki en eski camilerden biri olan Xian Ulu Cami. Tang Hanedanı döneminde 742 yılında yapılan camide bizim bildiğimiz camilere benzer bir şey bulabilmek çok zor. Ne kubbeler var nede minare. Anıtsal giriş kapıları, güzel bahçeleri, pagodaları ile tam Çin tarzı bir bina. Dört ayrı bahçe/avluyu yüksekçe kapı eşiklerinden atlayarak geçtikten sonra ana binaya ulaşılıyor. Ahşaptan yapılmış çok süslü bir bina. Cami olduğunu gösteren şeyler, dışarıdan içeriye göz atarken görebildiğim kıble, yere serilmiş halılar ve etraftaki tek tük Arapça yazılar.

Kimi İslam ülkelerinde müslüman olmayanları camilere almazlar yada almak istemezler. Ama şu ana kadar gittiğim her yerde Selamünaleyküm’e verilen bir Aleykümselem cevabı, ya da elhamdülillah müslümanız tarzı laflar, bana her caminin kapısını açtı, ama dolaşıp dolaşıp sert bir kayaya çarparsınız ya, işte o kaya Xian camisinin imamı oldu. Besmeleler çekiyoruz, dualar okuyoruz ama adam nuh diyor peygamber demiyor bizi içeri almıyor. Yanımızdaki Çin’li rehber bize kefil oluyor, Tütkiye’den geldiler, müslümanlar deyince imam hafiften yumuşar gibi oluyor ve bize bir musluğu göstererek, abdest alın bakalım önce diyor. Sonra arkasından ne gibi sınav soruları geleceği belli olmadığı için, çisil çisil yağan yağmurun altında kimse abdest almaya yanaşmıyor ve bu çok ilginç caminin içine giremeyerek, uzaktan uzağa kapısından bakmakla yetiniyoruz.

Camiden sonra, müslüman mahallesinin sokaklarında isehayat kıpır kıpır akıyor. Yolun kenarına dizilmiş ufak ufak lokantalarda ocaklar kaldırım üzerinde. Ocaklarda kızaran etlerin, yağda pişirilen hamurların kokusu, dumanları her yerde. Kasapları, çaycıları, baharatçıları ile etrafta adeta bir gastronomi şöleni sürüyor. Uzunca bir süre bu kokular, sesler ve görüntüler arasında aylak aylak dolaşıyorum. Sokaktaki seyyar satıcılardan birinden, uzun süren bir pazarlık sonucu, küçük küçük seramik askerler alıp kendi ordumu kuruyorum. Etraftaki daha turistlere yönelik olduğunu düşündüğüm çeşit çeşit çaylar ve çaydanlıklar satan ufak dükkanlar yerine, toptancı benzeri büyükçe bir çaycıya giriyorum. Dükkandaki çay çeşitleri inanılmaz, ama dükkan sahipleri ile anlaşabilmek ne mümkün. Adamlara ise bırakın İngilizceyi sanki batı harfleri bile çok uzak. Kağıda yazıp istediğim çayın üzerine koyduğum 100 gr. lafı bile onlar için sanki başka bir dünyadan gelme. Ama sonra her sorunu çözen dilden konuşmaya başlıyoruz. İstediğim çayların kutusunun üzerine götürüp Yuan’ları koyuyorum ve o benim ipek yolunun başlangıcından, taa sonuna kadar, eve götüreceğim çayları, ufak ufak paketlere yerleştirmeye başlıyor. Sonunda müslüman mahallesinden elimde bir sürü torba ile ayrılıyorum.

Müslümanlardan sonra Çin’li budistlerce ziyaret edilen Büyük Yaban Kazı Pagodasına gidiyoruz. Yalın ve kat kat yükselen mimarisi ile çok hoş bir yapı. 652 yılında Tang hanedanlığı döneminde yapıldığında büyük bir manastırın içinde yer alıyormuş, şu anda ise sadece çok hoş bahçeler içerisinde. Pagoda’nın içerisinde Hindistan’dan getirilen kutsal emanetler saklanıyor.

Xian’a gitmeden önce sadece seramik askerlerden ibaret sanıyordum, ama sonrasında dolu dolu bir yer buldum. Daha buraya yazmadığım başka güzel yerleride var ama eğer günün birinde seramik askerler için Xian’a yolunuz düşerse, programızına bu şehri gezmek için 1-2 ekstra günü eklemeyi unutmayın.

not: Çin gezisi sırasında nedense çok fazla video çekme ruh hali içindeymişim, dolayısıyla bazen kendi arşivimde doğru dürüst fotoğraf bulmakta zorlanıyorum. İşte bundan dolayıdır ki, üçüncü foto flickr sakini yewenyi'den....

2 Ekim 2008 Perşembe

İmparatorun Seramik Askerleri - Xian

Hepimiz şu yada bu şekilde hayal kurarız, ama ucu bucağı belli olmayan, darmadağınık gündüz düşlerindense, olmazı oldurmayı hayal etmek, pek çoğumuzda eksik olan bir beceri galiba.

Turgut Özal, şöyleydi böyleydi herkesin ayrı bir fikri vardır ama rakipleri için söylediği bir cümle vardı ki hep aklıma gelir; ‘Onlar benim hayallerime bile yetişemezler...’ Benim gibi gündüz düşleri kategorisinde altın madalyaya aday biri için öylesine kıskandırıcı bir cümle ki...

İşte Çin’in Şansi eyaletinin başkenti Xian’a (Şyan), hayal gücü çok büyük bir adama şapka çıkarmaya geldik. Çin’in ilk imparatoru Qin Shi Huang ve hangi akla ziyan anında aklına gelmiş olduğunu çok merak etttiğim ünlü terakota yada seramik askerler ordusu.

Xian 7.4 milyonluk nüfusu ile Çin’in 11. büyük kenti. 1974 yılında köylülerin bir su kuyusu açma çalışmaları sırasında ortaya çıkardıkları seramik askerler sağ olsun, Xian Çin’in unutulmuş ve ziyaret edilmeyen eski bir başkentinden, birden bire dünya turizminin mekkelerinden biri olmuş.

Seramik askerler müzesi, şehrin yaklaşık 1- 1,5 saat uzağında oldukça büyük ve çok güzel yapılmış bir kompleks. Ana kazının yapıldığı yer, üstü kapatılarak çok geniş bir bina haline getirilmiş ve Qin’in savaş düzenindeki ordusu orada hazır bekliyor. Onun yanında iki ayrı müze işlevi gören bina daha var. Birisi yine kazı alanının üstünü örten bir yapı. Ana kazı alanına göre daha ufak ve buranın bir garnizon olduğu düşünülüyormuş. Atlar ve askerler yine sonsuz bir sabır içinde beklemekteler. Bir üçüncü binada ise kazı alanlarından çıkarılan çeşitli silahlar ve iki tanede muhteşem at arabası sergileniyor.

İmparatorun sessiz ordusunun sayımı ise şöyle: yaklaşık 8000 asker, 130 araba ve 520 at. İşin akıl bulandıran kısmı ise, hiçbir askerin birbirinin benzeri olmaması. Yapılan araştırmalara göre kalıplardan seri biçimde dökülmemişler ve her bir heykel ayrı ayrı yapılmış. Yine arkeologların belirttiğine göre askerler ve atlar bugün artık tamamen yok olmuş parlak renklerle boyalı imişler.

Bir iddiaya göre, tüm ordu gücü canlı canlı gömülmek yerine, heykellerinin yapılması için modellik etmiş olabilirlermiş. Kıyafetlerdeki, saçlardaki, yüz ifadelerindeki tüm detaylar ise bu iddiayı destekler gibi.

Yapımına MÖ 246 yılında başlandığı düşünülen bu mezar kompleksinde 700.000 kişi çalışmış. İmparatorun mezarı ve seramik askerlerin bir kısmı ise korumada karşılaşılan güçlükler nedeni ile henüz kazılmamış. Kendisine böylesine bir orduyu layık gören imparator, her halde kendi mezarı içinde özel bir şeyler düşünmüştür değil mi?? İmparatorun ölümünden 100 yıl kadar sonra tutulan kayıtlara göre, Qin’in mezarının içinde saraylar, kuleler, değerli eşyelar ve sıkı durun, içinden merküri akan nehirler varmış. İşte size büyük ötesi bir hayal gücü...

Tabi sizin hayalleriniz ne kadar büyük olursa olsun, öyle bir an geliyorki, başkalarının hayalleri ile kesişiyor. İmparatorun pılısını pırtısını toplayıp, askerlerini de yanına alıp sonsuz ikametgahına yerleşmesinden, sadece 5 yıl sonra, imparatorun ordusu gerçek bir ordunun saldırısına uğrar.Yakılıp yıkılırlar ve seramik ordunun eline verilmiş gerçek silahlar ise yağmalanır. Sonrasında kırık dökükte olsalar, koskoca bir ordunun sessiz ve sonsuz nöbeti başlar.
Kimi yerlerin fotorafını görmek ve sonrasında aslını görmek, bazen sizi hayal kırıklığına uğratır, bazende beklenmeyenin şokuna. Mesela Mısır piramitlerinin fotoğraflarına hep ne harikalar diye bakmıştım, ama gidipte artık Kahire’nin kenar mahallelerinin neredeyse içinde kaldığını görünce, ciddi bir hayal kırıklığına uğramıştım. Qin’in askerlerinde ise tam tersi oldu. Görünce anladım ki, çekilen fotoğrafların hiç biri ordunun ihtişamını anlatmaya yeterli değil.

İmparatorun neden böylesi büyük bir projeye kalkıştığı ise meçhul. Araştırdığım kaynaklardaki en dişe dokunur tahmin, öteki dünyada, ordusu ile yeni bir imparatorluğu yönetme arzusu olabilir diye yazmış. Ama o zaman neden seramikten??? Her halde askerlerini canlı canlıda gömdürebilirdi değil mi?? Neden sorusunun cevabını şu ana kadar kendi kendime verebilmiş değilim. Belki de bu sorunun gerçek cevabı sadece imparatorda gizlidir.

Bu arada son derece komik bir olay 2006 yılında meydana gelir ve imparatorun ordusuna yeni bir asker daha katılır. Kesinlikle hayal gücü genişler kategorisine koyabileceğim Güzel Sanatlar öğrencisi Alman, Pablo Wendel, müzedeki güvenlik görevlilerinin bir gaflet anından yararlanarak, asker kılığına girer ve sıradaki yerini alır. Yazılanlara göre yüzlerce askerin arasında görevlilerin Wendel’i bulması bayağı bir zaman almış. Fotoğraf http://www.brouwer-edition.com/ adresinden ve askerlerin gerçek boyutunu göstermek açısından da son derece güzel bir resim.


Xian sadece seramik askerlerden ibaret değil. Son derece hoş ve benim hayalimdeki Çin’i oldukça andıran bir şehir oldu. Sokaklarında biraz daha gezinmeye devam edeceğiz...