29 Ocak 2008 Salı

İnle Gölü

Kevin Costner’ın oynadığı Water World – Su Dünyası filmini bilmem hatırlarmısınız? Dünyada kara parçalarının sular altında kaldığı ve tüm yaşamın su üzerinde geçtiği fantastik bir yaşamı anlatıyordu.

Myanmar’daki İnle Gölü, Kevin Costner’ı göremeseniz de, insanı bir anlamda o su dünyasına götüren büyüleyici bir bölge. Bu gölün etrafında ve içinde yaşayanlar ülkedeki etnik çoğunluk Şan’lardan daha farklı bir halk, İnta’lar.. Sözcüğün anlamı ise göl’ün oğlu. Nüfuslarının 200.000 kadar olduğu tahmin ediliyor bunların 70.000’i ise suyun üzerinde yaşayanlar.


Sanayinin olmadığı bu bölgede, tarım önemli bir geçim kaynağı. Son dönemlerde ise turizm önemli bir gelir kaynağı olma yoluna girmiş. Gölde yaşam suyun üzerinde geçiyor. Tüm ulaşım ince uzun kayıklarla yapılıyor. Biz de onların motorlu tipiyle bütün bir gün boyunca gölün üzerinde oradan oraya gidip durduk.


İnle’nin en önemli simgesi balıkçıları. Simge’den daha çok bence göl’ün süsleri, dekorları...İnce uzun kayıklarında, ayakları ile kürek çeken bu balıkçıları günün her saatinde görebilmek mümkün. Ayağı ile kürek çekerken, boşta kalan elleri ile balık ağlarını atıyorlar, topluyorlar...

Burada kara nerede başlayıp, nerede bitiyor anlamak çok mümkün değil. Tamamen suyun üzerinde kazıklara oturtulmuş tapınaklar ve evler olduğu gibi bir kısmı da sanki kıyıda ama hangileri çok da emin olamadım. Gölde tarım yüzen bahçelerde yapılıyor. Inta’lar Bataklık çamuru, su ve toprağı birleştirerek son derece bereketli bahçeler oluşturmuşlar. Bu toprak parçalarıda gölün üzerinde oradan oraya sürüklenmemesi için bambu sopalarla gölün dibine bağlanıyor. 1 metre kalınlığında bir toprak parçası ise ancak 50 yılda oluşturulabiliyormuş. Bu bahçe adacıklar son derece düzenli yerleştirilmiş, ve gölün üzerinde kanallar, caddeler oluşturulmuş. Şehircilik anlayışı kesinlikle bizden iyi. Bu bahçelerde çeşitli çiçekleri, ve pek çok sebzeyi yetiştirebiliyorlar. Benim en hoşuma gidenlerse muz ağaçları ve bir kaç yerde gördüğüm kafesler içinde yetiştirdikleri domuzlardı..


Su ihtiyacı doğal olarak gölden karşılanıyor. Yemek, içmek ve benim en hoşuma giden diş fırçalamak. Hatta gömmek veya yakmak zor seçenekler olduğu için, ölülerini bile gölün derin kısımlarına bir taş bağlayarak bırakıyorlarmış.Aslında tam bir yaşam döngüsü değil mi? Ölüleri yiyen balıklar, balıkları yiyen insanlar.. Böyle düşününce yaşam aslında hiçde karışık bir şey olarak gözükmüyor..


Budist bir ülkede olduğunuz için, suyun üzerinde olsanız bile tapınaklardan kaçma ihtimaliniz yok. En önemlisi Pong Do U Pagodası. Burada 12. yüzyılda kalma, kutsal kabul edilen 5 adet Buda heykeli var. Bunlar altınla kaplanmış, büyükçe patateslere benzeyen figürler. Her tarafta kocaman ve aynı tarz Buda heykellerini gördükten sonra bu ufak ve modernize edilmiş figürler bana son derece hoş ve değişik gelmişti. Meğerse işin aslı öyle değilmiş, altın varakla kaplana kaplana bu ufak heykeller zaman içinde irice patateslere dönüşmüşler, sanırım eski hallerini de hatırlayan kalmamış olacak ki, Pagoda’nın içinde sergiledikleri eski fotoğraflarında da yine bu patates hallerindeler.

Ziyaret ettiğimiz bir başka yer ise, bence kesinlikle bir pazarlama başarısı olan, gölün üzerine inşa edilmiş, Sıçrayan Kediler Manastırı. İçerde tembel tembel yatan rahiplerden ve kedilerden başka pek bir şey yok ama bir zamanlar yaratıcı gücü yüksek olan rahiplerden biri nasılsa kedilere bir halkanın içinden atlamayı öğretmiş. Kediler biraz huysuzlansalar da, ödül olarak verilen kuru mamanın hatırına 3-5 kere halkanın içinden atlıyorlar. Bütün şov bundan ibaret, ama herkes bunu görmek için orada..

Akşam kaldığımız otel de, gölün üzerine yapılmış ahşap ve sazdan kulübeler. İçleri çok geniş, güzel döşenmiş ve son derece rahat ancak güneş çekilince hava öylesine soğuyor ki. Bu birde gölün nemi ile birleşince bütün bir geceyi titreyerek geçiriyorum.

Buradan beynime kazınan son bir görüntüde güneşin son ışıklarının yerini yavaş yavaş gecenin karanlığına bıraktığı zamanlardan kalma. Ne var ne yok, sıkı sıkı giyinmiş, sarınmış, balkonda viskimi içip, hiç olmazsa biraz içerden ısınmaya çalışırken, elinde fenerle bir adam yavaş yavaş kürek çekerek geldi ki, etrafta onun küreklerinin suya değerken çıkardığı sesten başka hiç bir ses yoktu. Ağır ağır teknesiyle birinden öbürüne giderek, göle bambu çubukların üzerine asılmış fenerleri yakmaya başladı. Zamanın donduğu, an’ın yaşandığı o çok ender zamanlardan biriydi. Adam belkide bunu her Allahın günü yapıyordu ama ben yarı ipnotize olmuş bir biçimde bu ufak töreni izlerken kendimi çok şanslı ve özel hissettim. Myanmar’ın insan üzerinde böylesi bir etkisi var galiba....

24 Ocak 2008 Perşembe

Hadi hayırlısı...


Biraz evvel hayırlısı ile dün sizlerle tanıştırdığım Ekeko ile yıllık buluşmamızı gerçekleştirdik..
Sevgili blog komşularımdan gelen taleplerde kendisine iletildi..
Sevgili arkadaşım Tijen için uçakta bir koltuk, ve doğada yaşaması için çiçekler, Sevgili Yaban için benim çizdiğim bir dünya resmi, Mavimantar'ın oğlu Chat'in iyileşmesi için vitamin hapları, Alp&Ege'nin annesi için barış sembolu, Sevgili Burçin'in listesi çok uzun olduğu için sadece Burçin'in listesi yazılı bir kağıt, Geveze Kalem'in yavruşkası ve ailesi için dilekleri yine kağıda yazılarak kendisine iletildi...Sevgilimin özenle hazırlayarak gönderdiği benim resmim ( çok romantiktir) hepsi sepetteki yerlerini buldular. Tabii etraftaki yiyecekler ve para da hepimize bolluk bereket ve bol para getirmesi için...

Son olarak rapor vermek gerekirse sigarasını da içip bitirdiğine göre durum iyi demektir. Hadi bakalım hayırlısı..
Yıllık buluşmayı kaçırdıysanız sakın üzülmeyin, dedim ya Ekeko pratik bir tanrıdır. Aymara yerlileri tarafından mistik deneyimler için en iyi zaman kabul edilen Salı ve Cuma günleri saat 17:00' de de içkisini ve sigarasını verirseniz dilekleri yine kabul etmektedir. Tabii bu 17:00 nin yerel saat mi yoksa Bolivya saatimi olduğunu bir bilene sormak lazım :))







23 Ocak 2008 Çarşamba

Yeşilçam'dan Bolivya'ya - Ekeko

Bilmem hatırlarmısınız çok eski bir Türk filmi vardı. Senede bir gün. Yanılmıyorsam Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet oynuyordu.. Neden öyle yapıyorlardı şimdi hatırlamıyorum ama iki eski sevgili her yıl aynı günde çay bahçesi gibi bir yerde buluşuyorlardı. Sonunda bir yıl kadın gelmediğinde erkek onun öldüğünü anlıyordu..

İşte tam Yeşilçam’lık bir aşk hikayesi diye hafiften alaycı bir eda ile seyrettiğimi hatırlıyorum, ama tabii o zamanlar gün gelip bir gün benimde aynı şeyi yaşayacağımı düşünemezdim. Evet işte burada itiraf ediyorum, her yılın Ocak ayının 24’ünde bende yakışıklı bir Bolivyalı ile buluşuyorum...

Boyu biraz kısa, hafiftende kilolu olabilir ama aşk bu ne yaparsınız... Günler öncesinden hazırlanmaya başlıyorum buluşmamıza, söyleyeceklerimi bir bir planlıyorum. Öyle çok fazla boş lafa gelemez, kalbimde ne varsa açıkca ve net anlatmam lazım.

Sonra o an geldiğinde heyecanla karşısına oturuyorum. Hayatında hiç sigara içmemiş olan ben, o sabah yılın ilk ve tek sigarasını yakıyorum, lepiska saçlarımı şuh bir kadın edası ile sallayıp, onun gözlerinin taa içine bakarken, sigaramdan derin bir nefes çekip, dumanını yüzüne doğru üfürüyorum..Sonrasında ağzımdaki sigarayı yavaşça onun dudaklarının arasına yerleştiriyorum ve o sigarasını içerken ben konuşmaya başlıyorum, sabırla dinliyor, ben ise onun ne demek istediğini bakışlarından anlıyorum. Süremiz bittiğinde ise günlerdir hazırladıklarımı sepetine doldurmaya başlıyorum, hiç itiraz etmiyor ve ertesi yılın 24 Ocağında yeniden buluşmak üzere ayrılıyoruz... Bizimki böyle bir aşk hikayesi işte...



Benim yakışıklının adı Ekeko. Öyle ufacık tefecik haline bakıpta hor görmeyin, kendisi Güney Amerika’nın Ant dağları bölgesinde yaşayan Aymara yerlilerinin bolluk ve zenginlik tanrısı olur. O yıl, bol para istiyorsanız para, iyi ürün almak için çeşitli tahıllar ve bolluk istiyorsanızda biraz yemek ikram etmelisiniz kendisine.. Ama kendisi pratik de bir tanrı olur. Diyelim yeni bir araba, yada televizyon mu istiyorsunuz, bulun bir yerlerden kesin bir resmini, ya sepetine koyun, yada üzerine asıverin.. Kendi ülkesi Bolivya’da bu işin kolayını bulmuşlar, Ekeko’dan istenebilecek şeylerin, şekerden yapılmış küçük minyatürleri çarşıda pazarda her yerde bulunabiliyor. Alıp asıveriyorsunuz.. Benim Bolivya’da olduğum 7-8 yıl öncesinde cep telefonları Bolivyalıların mutlaka sahip olamak istedikleri şeylerin arasında başı çekiyor olmalı ki, şekerden yapılmış küçük ev, araba, motosiklet gibi figürlerin arasında bol miktarda da cep telefonu da vardı.

Şimdi diyeceksiniz ki sigara işi ne oluyor.. El Ekeko keyfine düşkün bir tanrıdır, onu mutlu etmek ve isteklerinize çabukça ulaşmak istiyorsanız sigarasını ve içkisini yanından eksik etmemelisiniz. Şamanistik bu tarz inançları size Güney Amerika’yı yazarken uzun uzun anlatacağım.

Yarın için bende hazırlıklarımı tamamladım... Sevgilimin sigaralarından bir tane aldım, Türkiye’de bayramlarda adettendir diyerek kendisine bir bardakta nane likörü ikram etmeyi planlıyorum... Sepetine koyacağım şeylerden bir kaçı ise; bol param olsun diye para, bol bol seyahat edeyim diye küçük bir uçak ve sevgilimle olan aşkımın devam etmesi için küçücük bir kırmızı kalp...

Şimdi eminim kimi kuşkucular Ekeko’nun başarı oranını merak edecektir. Benim çok net isteklerime şu ana kadar bir cevap vermese de, bolluk ve bereketi üzerimden hiç eksik etmedi. Ama benim bildiğim çok büyük iki başarısı vardır..Sevgili arkadaşlarımdan Ebru, bir ev resmi kesip koymuştu, kendilerine kalan bir miras sonucu çok istedikleri o evi almışlardı. Sevgili Esra ise Ekeko’ya verdiği küçük bir bebek resminin karşılığını, bir iki, ay içinde sevgilisi ile evlenip, ikizlerine hamile kalarak almıştı...

Sevgili blog komşularım, mavilimon bu önemli hizmeti tabiki sizlerden de esirgemeyecek..Varsa bir dileğiniz, hemen yollayın bana bir fotoğrafını, Ekeko’nun sepetinde onlara da yer bulayım.. :)

Bu arada Myanmar henüz bitmedi, 24 Ocak'ın hatırına bir günlüğüne Bolivya'ya geldik o kadar...

19 Ocak 2008 Cumartesi

U Bein Köprüsü

Tik ağaçları Myanmar’ın mücevherlerinden biri...Dünyadaki en kaliteli tik ağaçları burada olduğu gibi, bu ağacın dünyadaki en büyük rezervleri de halen burada. İngiliz sömürge döneminde, üzerinden güneş batmayan imparatorluğun gerek ticaret gerekse de savaş gemileri yapımı için, ülkenin bu değerli kaynağı acımasızca kesilmiş.

Bu dayanıklı ağaç doğal olarak Myanmar’da pek çok yerde kullanılmış..Ülkenin tarihinde kutsal yapılar taş ve tuğladan yapılırken, çoğunlukla, dayanıklı tik ağacından yapılan sivil yapılar rahatlıkla yap boz misali oradan oraya sökülerek taşınabiliyormuş..Bugünde büyük şehirler dışında, özellikle su kenarlarındaki yapıların pek çoğu tik ağacından..İşte aşağıdaki manastır fotoğrafı, bu ağacın kullanımının bence muhteşem bir örneği....


Tik kullanımı konusunda bir rekoruda var bu ülkenin. 1.2 km uzunluğu ile Tongtaman gölü üzerinde bulunan U Bein Köprüsü, dünyanın en uzun tik ağacından yapılmış köprüsü. Yapım tarihi 1784....


Mandalay yakınlarında ki bu köprüye geldiğimizde, güneş alçalmaya başlamıştı. Manzaranın ve biten günün keyfini çıkararak ağır ağır yürümeye başladım. İlk bir kaç on metreyi, aklım bambaşka yerlerde yürüdükten sonra, ‘Budist bir ülkedesin, anı yaşa, farkında ol,aklın bir karış havada olmasın Ayşegül!, yoksa tehlikedesin’ dedim kendi kendime, çünkü bu muhteşem köprünün korkulukları yoktu..Aval aval sağa sola yada havaya bakılarak atılan bir kaç adımda insanın kendini gölün sularında bulması içten bile değildi. 1.2 kilometreyi farkında olarak yürümek bende henüz daha gelişmemiş olan sıkı bir meditasyon eğitimini ve disiplinini gerektirir ama tabiki o tamamen bambaşka bir konu..

Köprünün kimi yerlerine yaptıkları ve dışa doğru taşan oturma bölümleri dışında, U Bein’de korkuluk yok. Sadece köprünün uzun ayakları kısmi korkuluk gibi duruyor. Gölün etrafındaki çay bahçeleri ve lokanta benzeri yerler ile burası bir mesire yeri haline gelmiş durumda. Gölün üzerinde ilkel gondollar olarak tanımlayabileceğim küçük teknelerle dolaşmak mümkün. Kimi teknelerin etrafında da, yemek verdiklerinden olsa gerek, oldukça geniş ördek sürüleri dolanıyor.Suların yükseldiği yaz aylarında, köprü de hemen hemen sular altında kalıyormuş..O zamanlarda burada olabilmekte bambaşka bir deneyimi beraberinde getirirdi herhalde..

Burada güneşin batışı gerçekten çok hoş; göl, göle yansıyan gölgeler ve koyuya doğru sürekli değişen renkler...

14 Ocak 2008 Pazartesi

Mandalay'dan Mingun'a

Bu sıralar nedense düzenli olarak yazamıyorum. Nedense aslında lafın gelişi dedim, nedenini biliyorum aslında..Geçmiş yolculukların renkleri ve kokuları ve imgelerini hatırlamaktan daha çok, gelecek bir yolculuğun hayallerine dalıyorum bu aralar ama şimdi gündüz düşlerinin sırası değil, nasılsa onları da anlatmanın zamanı gelecek...

Yanılmıyorsam daha öncede yazmıştım, kimi yer isimleri bende inanılmaz çağrışımlar yapar, sanki geçmişin tüm egzotik renkleri orada beden bulmuş gibi hayal ederim. Bu isimlerin en baskın olanları Yemen’deki Magrib ve Myanmar’a gidene kadar nerede olduğunu bilmediğim Mandalay’dı. Dedim ya şu sıralar geçmişten çok gelecekteyim dolayısıyla bugün biraz tembellik yapıyorum ve Mandalay - Mingun arası defterime aldığım notlar hafiften edit edilmiş hali ile aşağıda ...

‘ 19 Aralık 2005

....Sabahtan Mandalay’dayız ve tekne ile Mingun’a gideceğiz. Mandalay Burma Krallığının son başkenti. 1857’de Kral Mindon tarafından kurulan oldukça yeni bir şehir. Kral burayı Budist dünyanın merkezi olarak tasarlamış. Şehir günümüzde de kültürel ve dini önemini koruyormuş ve Myanmar’daki Budist rahiplerin %60’ı burada yaşıyormuş.

Mandalay eski romantik günleri çağrıştıran bir isme sahip olsa da, bugünkü durum vahim, nedeni ise Myanmar – Çin karayolunun başında yer alması. Çinliler her zamanki karınca edası ile burayı da hemen ele geçirmişler ve plastik yada tenekeden yapılma alet edavat yada ucuz elektronik Çin malları satan dükkanlar bütün şehri istila etmiş durumda. Bu satırları yazarken düşünüyorum da küçük Çin’e benzemesi dışında Mandalay’dan aklımda hiç bir görüntü kalmamış. Derin hayal kırıklığı....

Mandalay’dan Mingun’a Ayeyavardi nehri üzerinde mavna’ya benzer bir tekne üzerinde yaptığımız yolculuk, belki de güvertede oturmakta olduğum geniş hasır koltuğun etkisi ve rahatı ile bana nedense kolonyal dönemleri çağrıştırıyor, bazı şeyler çok tanıdık. Önceki hayatlardan birinde Burma’daki İngiliz kuvvetlerinde çalışan kocası ile buluşmaya giden, uzun etekler giymiş, hasır şapkası, beyaz eldivenleri tam, bir İngiliz kadın mıydım acaba?

......Açıkcası modern çağın getirdiği kimi detaylara fazlaca bakılmasa, buralar 100 – 150 yıl önce de şimdiki gibi olmalı........

Mandalay’dan tekneye bindiğimiz limanımsı yerin etrafı, kısmen bir teneke mahallesi görünümünde. Teknelerde devam eden tamirat yada indir bindirin yanında, günlük hayat da devam etmekte. Teknelerin arasında kalmış boşluklarda, çamaşırhane yada banyolar kurulmuş gibi, kadınlar iş başında. Etraftaki tüm gürültü patırtı ve pisliğin içinde renkli örtüsünü peştemal gibi sarmış, bamyosunu yapıp, upuzun siyah saçlarını tarayan ve sonra da ağır ağır nehrin biraz ötesindeki teneke evine dönen bir kadını izlemenin neredeyse hipnotik bir etkisi var.



Limandan biraz açılınca etraf kısmen sakinleşiyor. Teneke evler yerini saz damlı kulübelere bırakıyor. Nehir kenarında pirinç yetiştirenlerde var.

.....Tekne’nin üst güvertesindeki gölgeliklerin altında hafif esen rüzgarında etkisi ile , sıcağıda fazlaca hissetmeden 1 saat sürdü yolculuk. Bitmemiş tapınağı ve beyaz boyalı pagodaları ile uzaktan görünmeye başladı Mingun.



Sahile iniş gemiden kıyıya atılan bir kalas üzerinden, trabzan ise iki kişinin uçlarından tuttuğu bambu bir çubuk. Mingun’un satıcıları ise tüm ülke içinde en ısrarlı olanları. Geniş bir grup olarak hep beraber dolaştık.



Mingun’daki en görkemli yapı kesinlikle Mingun Paya, yani bitmemiş tapınak. 1790’da kral Bodavpaya’nın yapımına başlattığı tapınak, eğer tamamlanabilseymiş 150 m. yüksekliği ile dünyanın en büyük tapınağı olacakmış ancak kralın ölümü ile 1819 yılında daha 1/3 ü tamamlanmışken durdurulmuş. 1838 yılındaki bir deprem ise binada derin bir yarık açmış ve şu anda dünyanın en büyük tuğla yığını olarak durmakta bitmemiş tapınak...

Tamamlanamamış bir rekor denemesinden sonra, bu küçüçük yerde birde gerçekleştirilmiş bir rekor var. 1808’de yine Kral Bodavpaya tarafından tapınak için yaptırılan çan 90 ton ağırlığı, 4 metre yüksekliği ve 5 metre çapı ile dünyanın en büyük kırılmamış çanı. Moskova’daki bundan daha büyükmüş ama bir de çatlağı varmış... ‘

9 Ocak 2008 Çarşamba

Pazara Gidelim... / Nyaung Oo

Benim yazılarımı bir süredir takip eden blog komşularım, yemek pişirmekle hiç aram olmadığını bilirler. Bir kısmı tembellik, bir kısmı da formumu koruyayım stratejisi ile neredeyse sadece çorbalar ve salatalar ile beslenen biri olup çıktım son dönemde.. Enerjimin yetmediği ya da moralimin bozuk olduğu zamanlarda ise koca bir tabak makarnadan daha iyisi yoktur..



Dolayısıyla mutfakta harikalar yaratan kimi blog komşularımın pişirip bizlerle paylaştıklarını, sanki uzaya bir mekik fırlatmışlar, ya da bilinmeyen bir diyarı keşfetmişler gibi hayranlıkla izlerim ve laf aramızda çaktırmadan da içten içe kıskanırım.. Ne de olsa şu ana kadar benim yapabildiğim en karışık yemek risotto’dan öteye gidememiştir...

Mutfak her ne kadar benim için evin karanlık bir bölümü olarak kalsa da, nedendir bilmem pazara gitmeye ve alışveriş etmeye bayılırım.. Sanırım beslenme içgüdüsünden daha çok renkler ve kokular ve dokunduklarımdır beni çeken.. Bir de tabi satıcılar...Özellikle tarlalarında, bahçelerinde yetiştirip satmaya getirdikleri ürünleri öylesine bir gururla ve keyifle sunarlar ki, bir kaç kilo bir şey almadan geçmem mümkün olmaz.. Hele satıcı hanım ise, yanında mutlaka tarifinide verir..Ben de sanki eve gidip hemen yapacakmışım gibi bütün ciddiyetimle dinler ve kafamda notlar alırım...Yaz aylarını geçirdiğim Datça’da Cumartesi günleri kurulan pazara gitmek neredeyse tüm haftanın en önemli aktivitesidir...



Seyahat ederken de yerel pazarlara yapılan kısa ziyaretler, tüm gezinin en keyifli anlarından biri olur benim için..Meraklı kedi misali, farklı gelen her şeye dokunur, koklar, elimde evirir çevirir ve çoğu kez de cesur yürek olarak tadına bakarım.. Şu ana kadar harika şeyler keşfettiğim gibi, ne olduğunu sormaya korktuğum felaket tatlar ile de karşılaştığım olmuştur. Bu konuda ki derin yaşam felsefem, aklımda kalacağına, midemi bozsun gibi bir şey olduğu için, neredeyse canlı olmayan herşeyin tadına bakmışımdır. Korkalık ettiğim tek şey Meksika’da kızartılmış çekirge olmuştu, o zamandan beride onların tadını merak eder dururum..



Tabii bir gezgin olarak Pazar yerlerinin önemli bir özelliği daha vardır.. İnanılmaz renkler yakalayıp harika fotoğraflar çekersiniz.



Myanmar’da da Bagan bölgesinin en büyük yerleşim yerlerinden biri olan Nyaung Oo ‘nun pazarında geçirdiğim zaman da, tüm duyularıma şölen çeken harika bir deneyim olmuştu...İşte bugünkü yazımda sizlerle fotoğraflar aracılığı ile bu pazarı paylaşmaya çalışıyorum..Renkleri görüp, kokuları hayal edebiliyor musunuz? Bu arada merak edenler için Myanmar mutfağının Hint dokunuşları taşıyan, Çin mutfağı benzeri bir tadı ve görüntüsü olduğunu eklemeliyim..



Ya Myanmar’lı kadınlar? Fotoğraflara biraz daha yakından bakıp ve yüzlerine sürdükleri sarı kreme dikkat ettiniz mi? Ne olursa olsun kadınız işte, ne kadar zor şartlarda olursa olsun, kendimize gösterdiğimiz özeni, yaşama bağlılığın simgesi olarak görürüm hep..



Kadınların yüzlerine sürdükleri tanakha adı verilen bu kozmetiği, Myanmar’lı kadınların çoğunda görmek mümkün. Aynı adı taşıyan ağacın dallarının taşla öğütülüp, toz haline getirilmesi ve sonrasında buna bir miktar su ilave edilmesi ile yapılıyormuş. Bu işlemden sonra macun kıvamına gelen bu ürün en çok güneşin zararlı ışınlarını önlüyormuş. Cildi serinletmesi, gözenekleri küçültüp, sivilce oluşumunu engellemesi ise diğer faydaları.. Çoğu kadın bu macunu yanak bölgesine sürerken, daha yaratıcı olanlar bununla da yapacak bir şey bulmuşlar..

5 Ocak 2008 Cumartesi

Bagan

Myanmar ile ilgili gündüz düşleri görmeye başlamamın, yıllar önce yabancı bir dergide gördüğüm Bagan’da çekilmiş bir fotoğrafla başladığını çok iyi hatırlıyorum. Akşam üzeri güneşin son ışıklarının düzinelerce tapınağı kah aydınlattığı, kah gölgelere bürüdüğü harika bir anın yakalanmasıydı. Gerçek olamayacak kadar güzel diye düşünmüştüm.


Sonra aradan yıllar geçti ve bir akşam üzeri ben Bagan’daydım. Güneşin son ışıkları, Bagan’ın yeşil ovasından adeta fışkıran binlerce tapınağı yalayıp geçerken yine aynı şeyi düşündüm. ‘ Gerçek olamayacak kadar güzel.’ Sanki bir zamanlar sihirli bir tohum bulunmuş da, o zamanın insanları bu tohumları avuç avuç Bagan’ın verimli toprağına serpmişler, sonrasında da o tohumların her biri yeşerip büyüklü küçüklü binlerce stupa ya da tapınak olmuştu..



Bagan ilk kurulan Burma krallığının başkenti ve eskiden 4 milyon pagodalı kent olarak biliniyormuş. Ancak bu sayının bir hayli abartılı olduğunu biliyoruz, o zamanlar birileri her halde uydur gitsin, hiç olmazsa namımız yürür hesabı bu ismi bulmuşlar. Bir de tabi kim buralara gelecek de, kim sayacak diye düşünmüş olabilirler ama birileri saymış işte. 13. yüzyılın sonunda yapılan resmi bir sayımda sayıları 4446 imiş, şu anda tanımlanabilenlerin sayısı ise 2217.



Peki neden bu kadar çoklar? Bunun cevabı aslında binlerce yıldır insanoğlunun genlerine kazınmış korkularla zaaflarla ilgili. Ne kadar çok sevap kazanırsan, bir sonraki yaşamında ya da öbür dünyada o kadar rahat edersinin hesabı tüm bu yapılanlar. Budistler için de hayır işlemenin en iyi yolu bir tapınak veya stupa yaptırmak.. Herkes tabi bütçesine göre yaptırmış. Kimi devasa boyutlarda son derece usta işi yapılar, kimi ise mütevazi bir kulübecik ayarında..Ama eminim dünya alem görsün en büyük sevabı ben yapıyorum işte diye inşaatı gereğinden daha büyükçe tutanlarda olmuştur aralarında. Hani şu bizim Ramazanlarda televizyon kameraları eşliğinde fakir fukaraya verilen iftar yemekleri hesabı..



Ama o akşam üzeri büyükçe bir tapınağın balkonundan dört bir yanımda uzanan muhteşem manzarayı izlerken aklımdan geçenler bunlar değildi. Etrafımda gördüklerimin bir zamanların ihtişamlı Bagan kentinin sadece bir gölgesi olduğunu biliyordum ve ben hayalimde o eski kenti yaratmaya çalışıyordum. Kubilay Han yönetimindeki Moğol ordularının kente gelişi öncesi buradaki sarayların ve tapınakların pek çoğunun ahşaptan yapıldığı biliniyor.Bu yapıların neredeyse tamamı ise zaman içinde yok olup gitmiş. Geriye kalanlar tuğladan yapılmış olanlar. İnanılmaz bir biçimde dünyanın pek çok yerinde karşımıza çıkan Moğol savaşçılarının da, yağmaya ve kıyıma başlamada önce bir an için nefeslerini tutup o muhteşem kenti uzaktan şöyle bir seyrettiklerini düşünmek garip bir biçimde hoşuma gitti o akşam üzeri...



Bugün Bagan’daki pek çok büyük tapınak onarılmış ve kullanılır durumda. İki yıl önce benim orada bulunduğum zaman etrafta çok fazla onarım çalışması yoktu ancak annemin bu yılın aralık ayı sonunda çektiği resimler şu anda yağun bir restorasyon çalışmasının sürdüğünü gösteriyor. Ama yine inşaatta çalışanların arasında kadınların olması düşündürücü değil mi? Bu da bu inanılmaz toprakların başka bir gerçeği..

2 Ocak 2008 Çarşamba

Annemin Kamerasından Myanmar'lılar

Daha önce yazdığım gibi annem 2007 yılının son günlerini Myanmar'da geçirdi. Aşağıdaki fotoğraflar deyim yerindeyse taze taze...Sadece bir hafta öncesine ait...

Pek çok fotoğraf arasından iki tanesi beni çok etkiledi.. Yaşlı bir kadına ait olanı sizinle daha sonra paylaşmak istiyorum. Çünkü bir hikayesi de olması gereken fotoğraflardan biri o.. İkinci fotoğraf ise burada sizinle paylaştıklarım arasında en son sırada yer alıyor..

Myanmar'ın bordo giysili rahipleri, ülkedeki askeri rejimin belalıları.. Yıllardır her özgürlük hareketinin başında yerlerini alıyorlar ve sonucunda ağır hapis cezalarına çarptırılan ya da öldürülen yine onlar..Ülkedeki ağır sansür nedeni ile dış dünya'ya seslerini duyurmaları çok zor.. Ama bakın iki tanesi bilgisayarın başına oturmuş bile... Ülkede internet bağlantısı yok gibi.. Turist olarak otellerde 5 dakikasına 7 dolar ödeyerek çok yavaş bir bağlantı bulabiliyorsunuz. Ama ne demişler, her şey küçük bir adımla başlar, umuda yolculuk bile... Belki çok küçük bir adım bu ama bana anlattıkları nedeni ile ben bu fotoğrafı çok sevdim...