26 Haziran 2009 Cuma

Nakş-ı Cihan - İsfahan

İşte İsfahan’ı İsfahan yapan yer bence burası. Devrimden sonra anlamsız bir biçimde adı İmam Meydanı ‘na çevrilse de, burası ‘Nakş-ı Cihan’ yani ‘Dünya’nın resmi’. Yapanlar, yaptıranlar ise imam’lar değil, Şah Abbas ve döneminin sanatçıları.

Nakş-ı Cihan Pekin’deki Tianenmen meydanından sonra dünyanın ikinci büyük meydanı. Ancak çevresi bina ile sınırlandırılmış meydan olarak dünya birinciliğini kimseye kaptırmamış. Ölçüleri 560 X 160. 1,5 km’ye ulaşan çevresinde 1000’den fazla dükkan bulunuyor. Anlayacağınız alışveriş meraklıları için tam bir cennet.

Meydanın orta bölümündeki havuz hariç, tamamı park olarak düzenlenmiş. Geceleri tıngır mıngır faytonlarla etrafında tur atabiliyorsunuz.

Meydandaki görkemli binalardan biri kapısının Hz. Ali’nin türbesinden geldiği rivayet olunan Ali Kapı. Burası tabi ki sadece bir kapı değil, Şah Abbas’ın gününün büyük bir bölümünü geçirdiği, konuklarını kabul ettiği bir yapı. Terasından görülen Nakş-ı Cihan görüntüsü bir harika. Bir başka harikası da duvar ve tavan süslemeleri ama ben bir de çinilerle süslü merdivenlerini çok sevdim.

Ali Kapı’nın tam karşısındaki bina Şeyh Lütfullah Cami. Lübnan’lı bir ulema olan şeyhin buraya gelişi sebebiyle yapılmış. Bu caminin ne avlusu var ne de minaresi. Zamanında sarayın hanımlarına ait bir cami olduğu da söyleniyor. Tam karşısındaki Ali Kapı’dan bir tünel aracılığı ile, kimselere görünmeden buraya ulaşabilen hanımlar, burada ders alırlarmış.

Meydandaki bir diğer büyük yapıda Şah Abbas Cami, ancak adı yine bence talihsiz bir kararla İmam Cami olarak değiştirilmiş. İslam dünyasının mimari şaheserlerinden ve Safevi İmparatorluğunun mücevheri olan caminin yapımına 1602 yılında başlanmış. Kubbesi minarelerinden daha yüksek. Giriş kapısının yüksekliği ise tam 40 metre. Caminin adeta her bir santimetrekaresi çini ile kaplı. İç mekanlarda uzun uzun dolaşıyorum, hissettiklerim ise büyük mekanların ve çinilerdeki sayısız renk ve desenlerin verdiği sarhoşluk….

Meydandaki binaları gezdikten sonra, artık kendinize izin verebilirsiniz: Alışveriş zamanı. Dedim ya meydanın etrafında 1000’den fazla dükkan sizi bekliyor.. Eğer bunlar bana yetmez diyorsanız Şah Abbas Cami’nin karşısındaki kapıdan kafanızı bir uzatıverin. Burası İsfahan Çarşısının girişi. En müşkülpesent alışveriş canavarlarının bile ruhuna iyi gelebilecek bir yer burası. Uzunluğu …. Sıkı durun tam 6 km.. Tamamını gezdin mi derseniz, cevabım maalesef hayır, kısıtlı zamanlar sebebim..

Ama şimdi bir dileğim var. THY Tahran ve Meşhed’e direkt uçuyor. Ah! bir de araya İsfahan’ı eklesede, şöyle uzun bir hafta sonu ayarlayıp, zamanı da ağırdan alıp şehiri, keyfini çıkarta çıkarta bir daha gezsek, kilometrelerce uzun çarşılarında kaybolsak,sonra başka zamanların hayalleri arasında dolaşırken, tıpkı yıllardır hasreti çekilmiş bir dost gibi, yüzyıllar öncesi rengi verilmiş bir çininin desenlerinde yine dönüp kendimizi buluversek…

21 Haziran 2009 Pazar

İsfahan - 2

İsfahan’da 17. yüzyılda Safevi hükümdarı Hüseyin tarafından inşa ettirilen bir kervansaray’da kalıyoruz. Abbasi Oteli. Odaların duvarları nakışlarla, aynalarla süslenmiş. Küçük aynalardan yankılanan renkler, sizi anında alıp bambaşka zamanlara götürüveriyor. Ortasındaki görkemli avludaki bahçe, sizi dışarılara göndermemek için elinden geleni yapıyor. Çaylar güzel, muhabbet güzel ama oturmak olmaz, görülecek daha çok yer var.

Şehirde bir başka sabaha Colfa semtinde başlıyoruz. Daha çok Ermenilerin yaşadığı ve ünlü Vank katedralinin bulunduğu semt. 17. yüzyılda Şah Abbas döneminde ticareti geliştirmek amacıyla Hristiyanların yerleştirildiği, onlara vergi indirimleri ve din özgürlüğü verilen bir bölge. Her yıl binlerce turistin ziyaret ettiği ve Colfa’nın merkezinde bulunan Vank Katedrali’nin kapısında sabah sabah nur topu gibi bir afiş karşılıyor bizi. Sözde soykırımı protesto ediyorlar. Grubumuzun bir kısmı bunu protesto ederek içeriye girmiyor. Bense protestomu, İran’daki rejimi çok seven, özenen, onu dost belleyen ama yine de bu afişi oradan indirtemeyen bizim siyasilerimize yaparak, kiliseye giriyorum. İçeride yaptıkları müzede küçük bir soykırım bölümü de var.

Kilisenin yapımına 1602 yılında başlanıp, 1683 yılında bitirilmiş. Şu anda 5000 civarı Ermeni’nin yaşadığı İran’daki en büyük Ermeni kilisesi. İçi son derece canlı renklerle yapılmış ikonalarla kaplı. Ancak bu süslemelerde büyük ölçüde yabancı etkisi olduğu düşünülüyor. Yüz tasvirleri batılı insanların benzeri, dolayısıyla bunları 17 yüzyılda burada yaşayan Hollandalı ve İtalyan sanatçıların, ya da onların yanında çalışan Ermeni ustaların yaptığı düşünülüyor. Kilisenin içerisinde fotoğraf çekilmesi yasak. Kapıdaki afiş sinir bozucu, ama resimler de kesinlikle görülmesi gereken cinsten. Eğer bir gün yolunuz düşerse kararı siz verirsiniz artık…

İsfahan’da gördüğüm bir güzel yapı da güvercin kulesi. Halen içinde güvercinlerin beslendiği, gübrelerinin toplanıp tarımda kullanıldığı bu güvercin apartmanları kesinlikle çok hoş yapılar. Ancak merdivenleri çıkarken dikkat edin, o kımetli gübrelerini sizin üstünüzede bırakabilirler..

Şehirdeki bir diğer mücevher yapıda Çehel sütün yani 40 sütunlu saray. Ancak 1687 yılında Şah Abbas döneminde yaptırılan bu saraydaki sütunları 40’ı bulmak için boşu boşuna saymayın. Sadece 20 taneler, ama sarayın önündeki havuza vuran akisleriyle 40 tane oluyorlar. Yüksek çatı ve ahşap sütunlar sarayın girişinde gölgelikli bir eyvan oluşturuyor. Buradaki küçük havuzun etrafında Şah Abbas yabancı misafirlerini ağırlarmış, Sarayın iç kısmındaki duvarlar resimler ile süslenmiş ve tek kelime ile muhteşemler. Çaldıran Savaşı ve Yavuz Selim’in resmedildiği bir tablo bizim için oldukça anlamlı.

Uzun bir günün ardından sizleri henüz daha dolaştıramadığım Nakşı Cihan meydanının yanında bir kahveye giriyoruz. İnce uzun salonu haremlik ve selamlık olarak ayrılmış. Çay da nargile de bahane, burası bir başka alameti farika. Yıllar içinde toplanmış ve duvarlara asılmış binlerce obje arasında, huşu içinde keyifli zamanlar geçiriyorum.. Sıradan şeylerin müzesi gibi burası…Hele o cam altı resimler yok mu….Oldukça ihmal edilmiş, unutulmuş bu halk sanatın inanılmaz güzel örnekleri burada duvarlarda, tavanlarda asılı. Nakşı Cihan meydanının hemen yanında bulunan bu kahvenin ne adını biliyorum ne de adresini, ama umarım bir gün İsfahan’a yolunuz düşerse, orayı bulabilirsiniz..

16 Haziran 2009 Salı

İsfahan - 1

Lafı aslında çokta fazla eveleyip gevelemeden söyleyeyim. İsfahan çok güzel bir şehir. Bir kere içinden Zayende nehri geçiyor. İçinden, sağından, solundan, kenarından suyla buluşmuş tüm kentler gibi hayat dolu. Çöllerle çevrili olmasına rağmen yemyeşil. Geçmişi, kentine büyük eserler kazandırmış ileri görüşlü yöneticilerle dolu. Hiç sıkılmadan günler geçirilebilecek bir şehir..
İsfahan'ı ,İsfahan yapan 17. Yüzyıl Safevi imparatoru Şah Abbas. O dönemde şehrin planını yapan ise Ali Ekber Isfahani. Bugünde halen aynı plan şehrin merkezinde kullanılıyor. Şehrin sloganı ise ‘İsfahan; nısf-ı Cihan’ yani ‘İsfahan; dünyanın yarısı’ 17.yüzyılda şehri ziyaret edip, dünyanın yarısı olduğuna kanaat getiren Fransız gezgin Regnier’in ağzından çıktığından beri yüzyıllardır söylenip durmakta.

İsfahan’daki ilk ziyaretimiz şehrin yaklaşık 40 dakika kadar dışında bulunan Bakran’daki Piri Bakran türbesine oluyor. Isfahan’ın yemyeşil parklarında dolaşmak yerine bu yıkık dökük yapıya gelmek başta canımı sıkmıyor desem yalan olur. Binanın dışı zamanın ve insanların hoyratlığı sonucu yavaş yavaş yıkılmış gibi. Kilitli kapısının açılması için evinden telefonla çağrılan bekçinin gelmesini bekliyoruz. Turistler tarafından pek az ziyaret edilen bir yer olduğu için bekçide sanki gelişimizden memnun. Kapı açılınca içinde gizlediği muhteşem stuco işçiliği ortaya çıkıyor. Stuco kurutularak sertleştirilen bir cins çamurun daha sonra ince yontu ile şekillendirilmesi işlemi. Güzelliği istiridyenin içinden çıkan inci gibi şaşırtıcı. Bunca yol gelmemize kesinlikle değiyor. 8. Yüzyılda binası, 14. Yüzyılda da süslemeleri yapılan türbe, zamanın saygın bir din bilimcisi Piri Bakran için yapılmış.

Bakran’dan sonra tekrar 12’deki sallanan minareler randevusuna yetişmek için hızla İsfahan’a dönüyoruz. Okuduklarımdan anladığım kadarıyla kente gelen hiçbir turistin kaçmayı beceremediği bir gösteri bu. İnsan tabii koca koca minarelerin zangır zangır sallanacağını beklediği için gitmeden edemiyor. Sallanan minareler aslında 14.yüzyıldan kalma bir türbe – Minar Jomban- Minarelerden birine bir adam çıkıp sallamaya başlıyor ve bir süre sonra diğeri de sallanmaya başlıyor. Minareye takılan zillerde çalmaya başladıktan kısa bir süre sonra gösteri sona eriyor. Meraklıları sadece turistler değil, etrafta bir sürü İran’lı da var. Zamanında mimarlarının depremlere dayanıklı olsun diye tasarladığı bu bina bakalım daha ne kadar insan eliyle yapılan depremlere dayanabilecek. Sallanan minareler beklentilerinizi ne kadar boşa çıkartsa da, İsfahan’ın Selçuklu döneminden kalma Ulu Cami’si büyüklük ile ilgili tüm beklentilerinizi kesinlikle karşılayacaktır. Selçuklu Sultanı Melikşah adına veziri Nizamül Mülk tarafından yaptırılan cami 20.000 m2 yüzölçümü ile İran’ın en büyük cami. Safeviler döneminde de çeşitli eklentiler yapılan cami, İran – Irak savaşı sırasında bombalanarak o sırada büyük hasar görmüş.
Caminin toplamında irili ufaklı 476 adet kubbe var. Tuğla işçiliği, devasa boyutları ve her biri diğerinden farklı desenli kubbeleri ile kesinlikle muhteşem. Bol bol fotoğraf çekiyorum. Güvercinler orta meydanda bulunan havuzuna konup konup kalkıyorlar. Etrafta namaz kılanlarda var, hemen onların yanına devrilip yatmış, öğle sıcağını derin bir uykuda geçirenlerde.
Daha sonra sokak aralarından yürüyerek ince uzun bir fabrika bacası gibi duran Ali Minare’ye gidiyoruz. Geç dönem Selçuklu eseri olan bu binanın kervanlara yol gösterici bir unsur olduğu düşünülüyor. Bir çeşit çöl feneri.

Bir süre sonra ne kadar güzel olursa olsun insan eski eserlerden, tarihten sıkılmaya başlıyor, bugüne dönmek, yaşama karışmak istiyor. Bunun içinde en güzel hedef Zayende nehrinin iki tarafında yer alan parklarda uzun bir yürüyüşe çıkmak. Ara sıra piknikçilerle sohbet etmek, nehrin üzerinde yer alan köprülerden geçmek, ayaklarında yer alan çayhanelerde oturup çay içmek.
İran’lı ailelerde bizim gibi piknik yapmaya çok meraklı. Tatil günü nehir etrafındaki yeşillikler tıklım tıklım dolu. Ama bizden çok büyük bir farkları var. Şehirlerini, kendilerini seviyorlar ve başkalarına karşı saygılılar. Toparlanıp gittiklerinde binlerce insan arkasında tek bir çöp parçası bile bırakmıyor. Evim Göztepe parkına çok yakın, yaz kış bunaldıkça bir koşu gidip park içinde bir tur atmak bana çok iyi geliyor. Havalar ısınmaya başladığında beri bir de bizim piknikçilerin halini görüyorum da içimden ağlamak geliyor. Sadece 2 m. uzağındaki kocaman çöp bidonu yerine bütün çöp poşetlerini, plastik bardağını, tabağını, çatal kaşığını, yarısı yenmiş meyvelerini, ve daha bilmem nelerini olduğu gibi bırakıp gönül rahatlığı ile evlerine dönebiliyorlar.



Zayende üzerinde 6 adet köprü var ama en güzelleri kesinlikle Siosepol ve Kacu. Otuzüç kemer anlamına gelen Siosepol 1602 yılından beri ayakta ve şehrin adeta simgesi gibi. Etrafı, ve ayaklarında yer alan çayhaneler tıklım tıklım neşeli insan kalabalıkları ile dolu. Uzun uzun parklarda yürüyorum, tek sıkıntım ise sıcak bir günde saçlarımın, ellerimin, kollarımın esen rüzgara yasaklı olması oluyor.

Daha Nakş-ı Cihan’a gitmedik , İsfahan’ın çarşılarında uzun uzun gezinmedik ama galiba bu yazıyı bugünlük Zayende kıyılarında noktalamalı. Devamı gelecek sefere olsun.

11 Haziran 2009 Perşembe

Mecuziler, Zerdüşt

Mecuzilik yada Zerdüştçülük (Zoroastrianism) önemli bir kısıtlama ile olsa da, bugün halen İran’da uygulanmakta olan bir din. Yezd şehrinde 20-25 bin civarı takipçisi yaşıyor.

Zerdüşt MÖ 6 yüzyılda ortaya çıkan bir peygamber ve yaşadığı çok tanrılı dönemde, tanrılardan biri olan Ahura Mazda’yı ön plana çıkartarak ona yeni bir düzenleme getirir. Zerdüşt ile beraber tek tanrılı dinlere giden yolda çok önemli bir kapı açılmış olur ve bugün tek tanrılı dinlerde gördüğümüz pek çok kavram da bu kapıdan giriş yapar. Kıyamet günü, sırat köprüsü, iyilik, kötülük, yeniden doğum, melekler, cennet,cehennem vb…

Yezd’deki Mecuzi yapıları arasında en etkileyici olanı sessizlik kuleleri. Bulutlu ve kapalı bir sabah saatinde ziyarete gittiğimiz kulelerin giriş kapısını kapalı buluyoruz. Ama çare tükenmez misali biraz ilerde duvarların üzerinden atlayarak halen Mecuzilere ait olan araziye giriyoruz.

Mecuzilere göre insan bedeni isteyerek yada istemeyerek günaha ait olur. Günahkar olarak gömülmek ise toprağı kirletecektir. Mecuziler gömmeden önce, bedeni bu kulelerin tepesine götürürler ve rahibin yaptığı bir törenden sonra bedenin yenmesi için yabani kuşlara bırakırlardı. Kalan kemik ve parçalar daha sonra gömülürdü. Bedenin yenmesi ile günahlarında yendiğine inanıyorlar. Ancak İslam devriminden beri bu uygulama yasaklanmış durumda ve bugün ölen Mecuziler toprağa gömülüyorlar.

Kulelerden birine tırmanıyoruz. Kuleye doğru giden dik patika beni bir hayli zorluyor. Çok değil, daha 1978’den önce yapılan törenlerden birini hayal etmeye çalışıyorum. Tahtırevana konmuş cansız bir beden ve ağır ağır onu yukarı doğru taşıyan kalabalık. Ağlayanların, ağıt yakanların sesleri rüzgarla dört bir yana savrulmakta ve belkide bu sesleri duyan yırtıcı kuşlar gökyüzünde daireler çizmeye başlamışlar bile. Hayalden gerçeğe döndüğümde ise ortam bugünde hüzünlü ve kasvetli.
Kulelerin alt kısmında yer alan bugün terkedilmiş durumda olan binalar bir zamanlar cenaze törenlerinin düzenlendiği, yemeklerin pişirildiği yapılar. Biraz ilerisinde ise Mecuzilerin bugün gömüldüğü mezarlık bulunuyor.

Kule’nin tepesindeki avlu yüksek taş duvarlarla örülmüş ve tam orta yerde de yuvarlak büyükçe bir çukur. Cesetler oraya konurmuş. Kimi mekanların aradan yıllar geçse de, biriktirdikleri enerjiyi koruduğuna inanırım. Bunu pek çok yerde hissetim. Sessizlik kulesinin tepesinde hissettiğim ise sevdiklerini kaybetmişlerin geride bıraktığı derin hüzün ve tamamlanmamış işlerin, söylenmemiş sözlerin ağırlığı oluyor. Önce babam sonrada kaybettiğim tüm sevdiklerim birer birer aklıma geliyor.

Mecuzi inancına göre Zerdüşt iki yaşındayken onun ileride kendine tehlike olacağını anlayan bir büyücü tarafından tapınaktaki ateşe atılır. Onu arayan annesi tapınağa geldiğinde Zerdüşt’ü ateşin içinde oynarken bulur.

İşte bu ateşi yaşatmak için Mecuziler tapınaklarını yani Ateşgede’leri inşa ediyorlar. Amaç ateşi sonsuza kadar yaşatmak. Yexd’deki Ateşgede’de bir camın arkasında yanmakta olan ateşin 470 yılından beri sürmekte olduğu söyleniyor. Mecuziler ateşi rahatsız etmenin günah olduğuna inanıyorlar.

Tapınağın üzerindeki Fravahar figürü Mecuziliğin simgesi. Elindeki çember iyiliği, belindeki ise iyilik ve kötülüğün buluşmasını simgeliyor. Üst kanatlar düşünce, orta söz, alt kanatlar ise iş’i temsil ediyor. Kuyruk kötülüğü temsil ederken, sol tarafa doğru olan baston iyiliğe doğru adım atmayı, diğeri ise gerilemeyi, kötülüğe doğru gitmeyi simgeliyor.

Mecuzilik İran’da Sasaniler döneminde 350 yıla yakın devlet dini olarak kabul edilmiş. Müslümanlık bu topraklarda yayılmaya başlayınca Mecuzilerin bir kısmı Hindistan’a kaçıyor. Bugün Parsi olarak anılan 80.000 kişilik bir grubun Mumbai’de yaşadığı biliniyor.

Bu arada son bir not daha: Mecuzi inancına göre dünya tarihi her biri 3000 yıl sürecek dört döneme ayrılmıştır. Son dönem ise Zerdüşt’ün dünyaya gelmesi ile başlar. Bu kurama göre dünyanın sonu 2500 yıllarında gelecektir. Anlayacağınız Mayalar bize çok fazla zaman tanımamışken, Mecuzilere göre 500 yıla yakın bir süremiz daha var. Fırsat varken keyfini çıkartın..

5 Haziran 2009 Cuma

İran'lı Civanlar : Zurhane

Mavilimon’a yazdığım yazılar arasında iki tanesinin okunma sayısı diğerlerine göre açık ara önde gidiyor. Kübalı Seksi Kadınlar, ve Kemer’de Rus Kadınlar. Yazıların başlıklarından, okuyanların cinsiyetini tahmin etmek için alim olmaya gerek yok. Farkettim ki kendi hemcinslerimi oldukça çok ihmal etmişim. İşte bu açığı kapatmak için buyrun size İran’lı Civanlar….

İran’ın Zurhane’lerini sanırım ilk kez yıllar önce yabancı bir televizyon kanalında izlemiştim. Ünlü İran’lı güreşçilerin oralardan yetiştiğini anlatıyordu. Sesler ve görüntüler inanılmaz etkileyiciydi. Dolayısıyla rehberimiz Mustafa Bey Yezd’de bir gece bizi Zurhane’ye götüreceğini söylediği zaman aklıma gelen görüntüler yıllar öncesinin o televizyon programından oldu. Binadan içeri girer girmez o görüntülerin neredeyse tıpatıp aynısını görmek ise başlıbaşına bir şaşkınlık. Ancak televizyonun bizlere ulaştırmayı başaramadığı bir şey vardı ki, insanı daha içeri girer girmez çarpıyordu. Kokular…Girişte ziyaretçilerin çıkardığı ayakkabılardan ve antreman yapmakta olan civanlar’dan gelen ter kokusu hakikaten burnunun direğini anında nakavt ediyordu.

Geleneksel spor klüpleri olan Zurhanelerin geçmişi İran’ın İslam öncesi dönemine dayanıyor. Pers imparatorluğunun İslam orduları tarafından yıkılmasından sonra, geleneksel sporlarınını açık alanda yapamayan Persli atletler ve savaşçılar, çalışmalarını sürdürmek için özel evlerde ya da salonlarda toplanmaya başlıyorlar. Bir şekilde göz önünden çekilerek, yer altına çekilen bu spor faaliyeti zaman içinde İslam ile uzlaşarak halka açık kendi kapalı alanlarını oluşturmaya başlıyorlar..

Zurhanelerin mimarisi ise o zamandan bu zaman çok fazla değişiklik göstermiyor. Tavanda tek bir açıklığı olan koni biçimli yapılarda, antreman yapılan yer zeminin aşağısında yer alan bir daire yada sekizgen şekilli bir oyuk. Seyirciler zeminin etrafına sıralanmış sandalyelerde yada yerdeki halılarda oturuken, sporcular çalışmalarının çok büyük bir kısmını bu oyuğun içinde yapıyorlar. Bir de seyircilerden biraz daha yüksek bir yerde oturan mürşid adı verilen müzisyenler var ki onlarda çaldıkları tefler ve okudukları dualar ve şiirlerle atletlere adeta tempo veriyorlar. Teflerden çıkan sesler insanı transa sokma özelliğinden olsa gerek şamanların davullarını hatırlatıyor bana. Bu sesleri aşağıdaki küçük filmde duyabilirsiniz.

Zurhanelerde yapılan hareketler ve kullanılan aletler İran’ın her yerinde aynı. Ancak kimileri Şii inancını kendine rehber edinirken kimileride daha milliyetçi bir ideoloji çizgisinde çalışmalarını sürdürüyorlar. Dinsel odaklı olanlar dualar ve İmam Ali’yi yücelten şiirler seçerken, milliyetçi çizgide olanlarda ise İran’ın ulusal destanı şahnameden parçalar okunurmuş.

İster dinsel,ister de milliyetçi çizgide olsun Zurhanelerde her bir harekete peygamber ve ailesinin adını anarak başlanıyor. Hareketler daha çok dayanıklılık, ve ağırlık kaldırmaya yönelik. Benim izlediğim bir saatlik antremanda tek ayak üzerinde zıplayarak hızlı bir şekilde sürekli kendi etrafında dönme ve Zurhanenin alameti farikası boy boy lobutları çevirme en çok tekrarlanan çalışmalar oldu.

Zurhanedeki sporcularda dört farklı rütbe mevcut. Yeni başlayan ve eğitimi bir pehlivana emanet edilenler nuvçeh, ilerlemiş olanlar nuvkaşte ve üçüncü sırada da pehlivanlar var. En üstte ise antreman programını da düzenleyen pehlivanların lideri pehlivan-ı pehlivan.

İran’da yüzyıllardır sürmekte olan bir geleneğe birinci elden tanık olmak, İran seyahatimin kesinlikle en güzel anlarından biriydi. Eğer bir gün yolunuz düşerse kesinlikle tavsiye ederim.