28 Mart 2009 Cumartesi

Atitlan Gölü

Chichicastenango yolu üzerinde Guatemala’lıların dünyanın yedi harikasından biri ( nedense her ülke kendinden birşeyleri illaki yedinin biri yapar..) saydıkları Atitlan gölü ve kıyılarında keyifli saatler geçiriyoruz. 1934 yılında bu gölü ziyaret eden Aldous Huxley, Atitlan’ı harika manzaralarından dolayı İtalya’daki Como gölüne benzetir. ‘Ancak burası Como gölüne ek olarak etrafındaki pek çok volkan nedeni ile gerçekten çok fazla güzelliğe sahiptir’ diye yazar.



Ancak Atitlan gölü hafızama ve bedenime inanılmaz güzelliğinden çok, benim aptallığım ve güneşi ile kazınıp kalmıştır. O gün tekne ile göle çıkmaya karar verdiğimizde, sağlığına özen gösteren bir gezgin olarak ellerimi, yüzümü, boynumu, ensemi hatta kulaklarımı bile güneş kremi ile korumaya almanın rahatlığı ile ufak teknemizin önüne kurulup, gölün turkuaz mavisinde kaybolarak huzurlu saatler geçirmeyi planlamıştım kendimi ki aynen öylede oldu. Ancak yandaki ufak resimden de görebileceğiniz gibi çorabım ile pantolonum arasında kalan ayak bileklerime güneş kremi sürmek hiç aklıma gelmemişti. İlk saatler pek bir şey anlayamasam da, günün ilerleyen saatlerinde acı ile anladım ki Atitlan gölü, bende uzun süre taşıyacağım bir işaret bırakmıştı.

Akşam saatlerinde yanan kısımlar inanılmaz acıyordu ve su toplamaya başlamıştı. 1-2 gün yanık kremleri ile acısını aldıktan sonra yanan yerlerin kıpkırmızı olan derisi sonraki günlerde önce soyuldu, sonrada kahverengi bir yanığa dönüştü ve ben sonraki 7-8 ayı ki bunların büyük bir kısmı Türkiye’de çorapsız gezdiğimiz yaz aylarına denk geliyordu, ayak bileklerimdeki çirkin kahverengiye dönüşmüş yanıklarla geçirmek zorunda kaldım.

Her neyse, teknenin üzerinde suların çıpır çıpır sesini dinleyerek Atitlan güneşinin keyfini çıkartırken o sırada daha henüz ileride olacakların farkında değildim, mutlu mesut tüm manzarayı sindirmekle meşguldüm.

İnanılmaz güzelliğinin yanı sıra insanları Atitlan gölüne çeken bir diğer özellik ise kıyılarında kurulmuş küçük yerleşim birimlerinde Maya kültürünün tüm gücü ile devem etmesi.

Gölün kıyısındaki en önemli merkezlerden biri Tzutujil dilini konuşan Maya’ların yerleşim yeri olan Santiago Atitlan. Bu küçük şehrin sokaklarında dolaşırken uzun uzun yapılacak en keyifli şey kesinlikle yerlilerin rengarenk kıyafetlerini incelemek. Şehrin kilisesinde deneyimli olmayan gözlerden kaçacak pek çok ayrıntı Katolik kilisesinin dünyanın bu tarafında Maya adetlerini zorda olsa hazmetmek zorunda kaldığını gösteriyor.

Maya dünya ağacı şeklinde yapılmış kilise altarı, kilisenin zemininde yerlilerin dünyanın merkezi diye bildikleri delik ve kilise duvarlarına yerleştirilmiş pek çok aziz heykelinin arasında elde dikilmiş küçük bez bebekler. Umarım tüm bu hoş ve ilginç görüntüler yıllar sonrada bu bölgeyi ziyaret edecek gezginlerinde görebilecekleri şeyler olarak kalır ve inanılmaz zengin ve renkli bir kültüre sahip Mayalar Katolik kilisesinin sıradanlığına yenik düşmezler.

Bu arada Mayaların gizemli adamı ve kilisenin düşmanı Moşemon’un adını da ilk kez bu sahillerde duyuyorum. Ama onun hikayesi onunla karşılaşacağım ana kadar beklesin. Yolumuz önce Chichicastenango.

* ilk fotoğraf wikipedia’dan. Resim kalitesi son derece düşük olanlar ise o zamanlarki sevdam video kasetlerimden alınmaya çalışılmıştır.

23 Mart 2009 Pazartesi

Flores, Tikal - Guatemala

Buralardan kalkıp Meksika’ya kadar gittikten sonra Guatemala’ya uğramadan olmazdı. Hafızamda her daim renklerin dans ettiği ülke olarak kalan Guatemala Orta Amerika’da yer alan oldukça fakir ufak ülkelerden biri.

Guatemala’daki ilk saatler huzurlu Peten Itza gölü üzerindeki bir adada yer alan Flores kentinde geçti .Meksika’nın kalabalığından ve yoğun programından sonra göl kenarındaki huzurlu saatler sanki cennetten çıkma gibiydi. Akşama yaklaşan saatlerde tekne kiralayıp göl üzerinde turladık, yine bir ada üzerinde yer alan ufak Petencito hayvanat bahçesinde keyifli bir gezinti yapıp, tembel tembel yatan bir timsaha göz atıp, sıkıntıyla oturan bir jaguar ile göz göze geldikten sonra otele döndüğümüzde güneş gölün üzerinden muhteşem kızıllıklar yayarak güne veda etmek üzereydi. Meksika’dan kalan alışkanlık bu manzaraya karşı hemen bir margarita sipariş ettim, ancak sınırın hemen ötesinde herkesin muhteşem hazırladığı bu içki, maalesef buralarda garip bir karışımdan başka bir şey değildi.

Ertesi sabah, bu kente gelişimizin asıl sebebi olan antik Maya kenti Tikal’e hareket etmek için hazırdık. Maya uygarlığının en önemli kültürel ve nüfusu yoğun kentlerinden biri olan Tikal’in büyük bir kısmı halen cangılın içinde saklanmaya devam etse de, ortaya çıkartılan kısımları gerçekten çok etkileyici. 60 km2’ye yayıldığı düşünülen şehirin henüz daha oldukça az bir kısmı ormanın altından çıkarılmış. Şehrin büyüklüğünün bir belirtiside 6 adet Mesoamerikan tarzı basamaklı piramide sahip olması. Ağaçların arasından piramide doğru yükselen ve tahta parçalarının kabaca birbirine çivilenmesi ile yapılmış olan merdiven çok fazla güven vermese de, antik şehirlerde hiç ihmal etmediğim tırmanma işini burada da yapıyorum, ve bu piramitlerden birinin tepesine tırmanıp, ormanın içinden tepeleri gözüken diğer piramitlerede göz atıyorum.

MÖ 4. yüzyılda yerleşimin başladığı düşünülen Tikal en parlak dönemini 200 -900 yılları arasında yaşamış. Şehir bu dönemde politik, ekonomik ve askeri gücü ile Maya bölgesindeki diğer şehirleri kontrolü altında tutmayı başarmış. Ancak son dönemde çok fazla Maya şehri ve kalıntısı gördüğüm için olsa gerek etrafta bir süre dolaştıktan sonra nedense ilgimi kaybediyorum. Bunda belki de bizdeki kedi köpek misali etrafta dolaşan Lemur’larında katkısı oluyor. Binbir çeşit hayvanın yaşadığı bir cangılın içinde, insanlardan yemek almaya alışmış bu hayvanlar Guatemala’lıları çok şaşırtmasa da, tahmin edersinizki Türkiye’nin bağrından çıkıp gelmiş bizler için çok büyük bir eğlence ve seyir oluyor.

Bir sonraki durağımız, benim için renklerin başkenti olan Chichicastenango'ya gitmek için şehirden ayrılmak üzere havaalanına giderken yol kenarında uzakta görülen renkli mezarlık bu ülkenin hem yaşamda hemde ölümde renklerin dansına her daim katıldığının ilk belirtilerini veriyordu.

14 Mart 2009 Cumartesi

Meksika'dan geçen bir kadın..

Frida Kahlo, hayatında ve eserlerinde, ülkesinin tüm renklerini bulduğum, biografisini yutarcasına okuduğum, Meksika’nın en önnemli simgelerinden biri oldu benim için. Ama bu seyahatten geriye bir başka inanılmaz kadını daha tanıyarak dönecektim. Fotoğraf sanatçısı Tina Modotti. Öncelikle 1920’li yıllarda Meksika kırsalında çektiği siyah beyaz fotoğraflar büyüledi beni, sonra da değme Hollywood filmlerine taş çıkartacak hayat hikayesi. Gerçi bir ara Hollywood’da da ünlenmişti ama o sadece hayatının kısa bir dönemiydi.

İşte Tina’nın bir solukta hayat hikayesi: 1896 yılında İtalya’da doğdu. Daha henüz 14 yaşındayken babası Amerika’ya gidince, yerel ipek fabrikasında uzun saatler çalışarak geride kalan ailesinin geçimini tek başına sağlamak zorunda kaldı.

Kardeşleri ve annesiyle Amerika’ya babasının yanına göç ettiklerinde 17 yaşındaydı. Terzi olarak iş bulduktan kısa bir süre sonra etkileyici güzelliği sayesinde model olarak çalışmaya başladı. 19 yaşında ressam ve şair Roubaix de A’brie ile tanıştı ve kısa bir süre sonra Los Angeles’ta evlendiler. Yerel İtalyan tiyatrolarında oyunculuk yaparken, Hollywood tarafından keşfedildi. O dönemin çeşitli filmlerinde başrol oynadı. Bu sıralarda tanıştığı Amerika’lı fotoğrafçı Edward Weston ile olan ilişkisi ona fotoğrafın büyülü dünyasının kapılarını açtı. Kameranın önünden, arkasına geçti.

Kocasının ölümünden sonra yerleşmeye karar verdiği Meksika’da Edward Weston’ın yardımıyla kendi stüdyosunu kurdu. Mexico City’de ki evleri devrim sonrası Meksika’lı sanatçı ve entellektüellerin uğrak merkezi oldu. Diego Rivera ve zaman zaman da Frida Kahlo evinde verdiği ünlü Cumartesi gecesi davetlerinin misafirleri arasındaydı. Diego Rivera’ya pek çok kez modellik yaptı, karşılığında onun devasa duvar resimlerini fotoğraflayan kişi oldu.

30 yaşına geldiğinde yaşadığı sosyal çevrenin de etkisiyle sosyal olaylara ve Latin Amerika’daki devrimci harekete duyarlı bir kadın haline gelmişti. Bu yeni Tina ile, Amerika’lı fotoğrafçı bu noktada yollarını ayırdılar. Sürgünde yaşayan Kübalı devrimci lider Julio Antonio Mella ile yaşamaya başladı. Ancak bu ilişkinin ömrü sadece birkaç ay oldu. Mexico City sokaklarında yürüdükleri bir akşam, Mella politik rakiplerince vuruldu ve Tina’nın kolları arasında oracıkta öldü.

Bu cinayeti Meksika’lı komünistlere saldırmak için fırsat bilen yetkililer, öncelikle cinayeti Tina’nın üzerine yıkmaya çalıştılar. Dava sırasında bütün hayatı ve ilişkileri didik didik edildi. Weston’ın çektiği çıplak fotoğrafları ahlaksızlığının kanıtı olarak ortaya kondu. Kişiliği ve kariyeri derin yara aldı. Bu sancılı dönemin sonunda aklandıysa da, komünist partinin bir sempatizanı olarak çıktığı yola, Mella’nın izinden giderek, aktif olarak katılmaya başladı. Fotoğrafçılık becerilerini Meksika Komünist Partisi’nin yayın organı El Machete’nin hizmetine sundu.

36 yaşındayken, Komünist Partisi tarafından devlet başkanına yapılan bir suikast girişimi sonrası Tina’da tutuklandı ve sınır dışı edildi. İlk durağı, altı ay kaldığı Berlin’di. Meksika’nın renklerinden ve ışığından sonra gri Almanya’ya çok fazla dayanamadı. Bir sonraki durağı Meksika’dayken tanıştığı Sovyet ajanı Vittorio Vidali’nin daveti ile Moskova oldu. Kendi sanatı ile Stalin’in devrimci sanatını bağdaştıramayınca fotoğraf makinesini bir daha eline almamak üzere dolaba kaldırdı ve kendini tamamen faşizm ile savaşmaya adadı.

Değişik kimlikler kullanarak gizlice faşist yönetim altındaki ülkelere girdi, siyasi tutukluların ailelerine yardım etti. Yakalanması işkence, belkide ölüm demekti. İspanya iç savaşı sırasında Maria takma adı ile Cumhuriyetçilerin yanında savaştı. Uluslararası yardımların, Cumhuriyetçilere ulaştırılmasındaki kilit isimdi.

1939 yılında Franco’nun galibiyeti sonrası Meksika’ya Dr. Carmen Sanchez takma adı ile geri döndü. İlk yıl, 1920’li yıllarda tanıdığı arkadaşları ile temas kurmasa da, 1941 yılında yeniden onlarla görüşmeye başladı. Tekrar fotoğraf çekmeye başlamak istiyordu, hatta bir fotoğraf makinesi arayışına bile başlamıştı. Ancak sanatındaki ikinci dönem ne yazık ki başlayamadı. 1942 yılı Ocak ayında geçirdiği bir kalp krizi sonu 46 yaşında öldü.
Bu arada Tina Modotti'ye hayran olan bir başka hayran olunası kadında Madonna. Sanatçı 1996 yılında Tina Modotti'nin fotoğraflarının Philadelphia Museum of Art'da sergilenmesi için gerekli mali kaynağın bulunması amacıyla 1963 model Mercedes arabasını müzayede ile satmış.
Tina Modotti’yi daha yakından tanımak isterseniz,
Fotoğrafları : Köneman Yayınları – Aperture Masters of Photography Tina Modotti
Biografisi: Shadow, Fire, Snow – Patricia Albers

8 Mart 2009 Pazar

Frida Kahlo ve Diego Rivera

Onlarınki güvercin ile fil’in evliliğiydi. Meksika’nın binbir renk ile bezeli ruhuna dokunmakta biraz onların resimlerinden geçiyordu.

Fil güvercin ile evlendiğinde tarih 21 Ağustos 1929 du. Diego Rivera 42 yaşındaydı, Frida Kahlo ise sadece 22. Damat döneminin en önemli ressamlarından biriydi. Hani hayattan da büyük insanlar vardır derler ya, işte o onlardan biriydi. Hem cüssesi bir devi andırıyordu, hem de resimleri dev boyutlardaydı. Duvara yapılan büyük boyutlu resimlerin, mural’ların Meksika’daki en önemli isimlerindendi. Ülkesindeki öğrencilik yıllarının ardından gittiği Paris ve Madrid’te resim çalışmış, sergiler açmıştı. Meksika komünist partisinin tutkulu bir üyesi, sanat çevrelerinin en aranılan ismi, ve kadınlara düşkünlüğü herkesce bilinen bir erkekti.

Güvercin gelin Frido Kahlo ise altı yaşında geçirdiği çocuk felci sonrası, sağ ayağındaki inceliği uzun eteklerin altına gizlemeyi adet edinmişti. Onsekiz yaşında geçirdiği bir otobüs kazası ise bedeninde neredeyse hiç sağlam yer bırakmamıştı. Omuriliğinde meydana gelen kırık hayatının sonraki yıllarında onu çelik korselerin içine hapsedecekti. Resim yapmaya, kaza sonrası yatakta geçirmek zorunda kaldığı uzun aylarda başladı. Resimlerindeki model kendisi, ve tuvale yansıyanlar ise hayatındaki fiziksel ve ruhsal acılardı.

Karşılaştılar, aşık oldular ve evlendiler. Birbirlerinde ne bulduklarını sadece onlar bilebilir ve bize de sadece duygularımızla tahmin etmek düşer. Frida, Diego’nun çalkantılı ve pırıltılı hayatı aracılığıyla dış dünyaya dev bir kapı açmıştı. Sanatçı Diego’ya hayrandı, kocası Diego’ya ise aşık. Ve bu aşk hiç bitmedi.

Diego ise belkide bu zayıf ve kırılgan kadının yüzüne ve ruhundakilere gerçekten ilk kez Frida’nın resimlerinden bakmıştı. Frida’nın naif ve küçük resimlerindeki Frida, inanılmaz bir duygu yumağına sarılmıştı ve kullanılan ana renk hüzündü. Diego’nun içindeki sanatçı, bir başka büyük sanatçıyı anında tanımıştı ve ona hayran olmuştu. Frida’yı hayatı boyunca Meksika’nın en büyük resamlarından biri olarak tanımladı. Ona olan hayranlığı hiçbir zaman için bitmedi. Aşkı mı? İşte o biraz vefasızdı.

Evlenmelerinden kısa bir süre sonra Diego hızla eski alışkanlıklarına döndü. Frida’nın kız kardeşi de dahil olmak üzere sayısız kadın hayatına girdi. Kavgaların ve duyguların deli dolu estiği bir evlilikti onlarınki. Diego hayatına giren diğer kadınlar gibi Frida’yı da resimlerinin bir köşesine yerleştirmeyi ihmal etmedi. Frida’nın resimlerindeki her bir fırça darbesi ise, hep Diego’yu ve ona duyduğu aşkın beraberinde getirdiği derin hüznü resmetti. Diego’dan çocuk istiyordu ama sakatlıkları izin vermiyordu. Diego’yu kucağında kocaman bir bebek gibi çizdi ve ortaya benim hayatımda şu ana kadar gördüğüm en hüzünlü resimlerden birini çıkardı. Zihnini ele geçiren Diego tutkusu, aşkı ise bir başka resmin konusuydu. Aşkı böylesine güzel tarif eden başka bir resim görmedim.

Yıllar geçtikçe Frida’nın fiziksel sorunları arttı. Otuz kadar ameliyat oldu. 1939 yılında evlilikleri bitti, ancak bir yıl sonra tekrar evlendiler. İkinci evliliğin de birincisinden çok farkı olmadı, çoğu kez ayrı evlerde yaşadılar. Frida, 1954 yılındaki ölümünden birkaç gün önce günlüğüne şu satırları yazacaktı.’Umarım gidişim neşeyle dolu olur ve bir daha asla geri dönmem’

Frida Kahlo hayatı boyunca ve ölümünden sonraki yıllarda hep Diego Rivera’nın karısı olarak tanındı ancak 1980’li yıllardan sonra sanat çevrelerinde yeni bir doğuş yaşadı. Bugün Meksika’nın en önemli ressamlarından biri olarak kabul edilmektedir.